
Zeynep Tezel: Daimî Bir Şimdi
"Söyledim size. Masal gibi. İnandığına kanmak rahatlatır."
Barlas Özarıkça (HAY)
Okumuştum sana yazdıklarımı, unutmuşsun. Sararmış bir kopyası var bende. Dinle.
“Hikâyesi ve yaşanmışlığı doğru, kıymetli eşyaların yolculuklarını anlatırken kurgu ile gerçek arasında kaybolmamın verdiği keyif yadsınamaz. Üstelik o değerli eşya gücün simgesiyse hikâye ilginçleşir. Ele geçirmek için savaşlar çıkıyorsa hikâye daha da ilginçleşir. Bu durumda gücün güce geçişi acıları da artırır. Zaman ve yazı ise o acıları iyileştirir. Elmas baskı altında parlar, insan acının baskısında... Sonra da kurgularsın. İnandığına kanmak ise rahatlatır.” Bu kadar cümleye gerek yok, demiştin. Haklısın son cümle yeterliydi. Belgeleri okusam da geçmişte kalanlar aynı bir masal gibi...
Yazarken fark ettim. Kurgusal dünyanın daha anlamlı geldiğini, iç dünyamın kendi rölatif zamanını kurguladığını, bu durumu dışarıya yansıttığımda başka biri olduğumu... Ayrıca mekânlar da aynı insanlar gibi kendi zamanlarını yaşayabilir. Bu durumda tüm eski eşyaları, antikaları ve iç dünyamı aynı mekâna yerleştirirsem bir nevi zaman toplayıcısı olurum. O zaman yazacaklarım gerçeğin kurguya mı yoksa kurgunun gerçeğe mi yansısı?
Mercan’a vardığımda neredeyse öyle vaktiydi. Yeni caminin önünden geçerken bindiğim taksi yola atlayan aceleci, pejmürde bir ihtiyara çarptı. Adam kendinden beklenmeyen bir çeviklikle doğrulup ayağa kalktı. Şoför şaşkın, kısa bir müddet bekledi. Tam o anda göz göze geldik. Ben ona bakıyordum o benim gözlerimin derinliklerine, bir aynaya bakar gibi. Şoförün şaşkın bekleme müddeti kadar sürdü bakışmamız. Sonra da hızlıca, başı önünde, göğsü içerde, karnı şişik, kamburu sırtında soru işareti formunda kitabına sarılmış halde denize doğru yürüyüp kalabalığın içinde kayboldu.
Taksi şoförü küfürlerle inip arabasının tamponunu kontrol ederken trafik kilitlendi, uçuşan küfürler havada uçuşup sahiplerine ulaşmaya çalıştı. Parasını ödeyip taksiden indim. Sırtım denize dönük, Mısır Çarşısı’nın içinden geçip hızlı hızlı yürüdüm. Nuruosmaniye’ye vardığımda baktım saatime. Geç kalmıştım.
Randevuma ulaştığımda kan ter içindeydim. Çarşının yan sokaklarından birinde görmüş geçirmiş bir hanın içindeydi eskici dükkânı. Gümüşçülerin arasına sıkışmış birkaç girişi olan efsunlu bir dükkân... Sahibi genç bir adam. Antikacı demek isterdim ama bu mekânda bulunan eşyaların hepsi değerli olmadığı için eskici dükkânı yakıştırması daha uygun. Bu zamanda eski eşyanın da sahte antikanın da alıcısı var. Sanıyorum eskiye merak konusu da genetik bir miras. Hatırlarım bizim ailede sahip olunan eşyalar, takılar ne atılır ne de satılırdı. Bir şekilde korunur, saklanır, bir sonraki nesile aktarılırdı. Maalesef benden sonra aktarılamayacak. Kasaya konan da var, konaklarda, depolarda saklananlar da... Dedem, babam bazı eşyaların hikâyelerini ballandıra ballandıra anlatırlardı. Büyük dedelerim ise bazı kıymetli ya da ilginç eşyaların geçmiş yaşanmışlıklarını da yazmışlar. Kimi belgeler Osmanlıca, kimisi Farsça, bazıları Türkçe, Fransızca hâttâ İbranice alınmış notlar bile var.
Han’ın devasa çift kanatlı yüksek kapısından içeri girdiğimde soluklandım. Bir insanın sığabildiği sıra sıra dizili gümüşi pırıltılı küçücük dükkânları seyrettim. Işık yolu gibi bir koridor boyu Han’ın derinliklerine doğru uzanıyor. Ne zaman buraya gelsem içimde tarifsiz bir heyecan. Bu mekânı solumak tüm zamanları aynı anda yaşamak gibi ya da başka bir deyişle dâimi bir şimdi... Han’ın içindeki eskici dükkânının tahta kapısına vardığımda bir dergâha girer gibi başımı eğip alçak tahta kapıdan girdim.
Eşya, rutubet, küf, naftalin kokuları içinde kendimden geçmiş birkaç saniye bekledim. Genç adam çalışma masasının ardında ayakta duruyordu. Oysa ne zaman gelsem müşterileriyle oturduğu koltuğundan konuşur. Sanıyorum bugün müstesna bir durum var. İşini iyi yapar bu genç adam. Mesleğinin tüm inceliklerini bilir, keza tüm hinliklerini de. Getirdiğim tüm eşyayı titizlikle inceler, ayrıntıları asla atlamaz.
Bu arada elimle cebimi yokladım. Göstermeyi planladığım kıymet yerindeydi. Geç kalmışlığın sıkıntısı tüm bedenimde usulca köşedeki koltuğa yerleşirken belli belirsiz de bir selâm verdim. İki adam konuşmalarını kesmediler. Yaşlıca olan iki dirhem bir çekirdek, ağırbaşlı. Sözlerini tarta tarta konuşuyordu.
Genç, “Daha açık konuşun Nadir Bey,” dedi. Bugün öfkesi burnunda, neredeyse efelenecek. Kumral, güzel bir yüzü var ancak gözleri kıpkırmızı yuvalarına batmış. Belki de uykusuz hem okumaktan hem de alkolün etkisi olabilir, diye düşünürken, gencin tedirginliği arttı. Altmışlı yaşlarının sonundaki Nadir Bey ise istifini bozmadı. Sıramı beklerken koltuğumun altındaki kitabımı elime alıp işaretlediğim sayfayı açtım. Oyalanmalıydım ancak konuşmaları da ilginçti, ister istemez kulak misafiri oldum.
“Efendi oğlum, şu benim elmasla ilgili sorularımı cevaplasan...”
“Araştırmak gerek bey amca.” Nadir Bey o sırada cebinden bir kutu çıkardı. Siyah kadife kutuyu okşarcasına açtı. Delikanlının gözleri yuvalarından fırladı. Bir yandan da şüpheli bakışlar fırlattı. Ellerini nereye koyacağını bilmiyor, kıpırdanıyor, eğilip bakıyor, dokunmak için can atıyor.
Sadece onun mu? Benim de gözlerim yerinden fırladı. Koca bir elmas. Gencin sırasıyla hangi uygulamaları yapabileceğini tahmin edebiliyordum. Eline alabilse önce buğulanıyor mu diye nefesini verecek, buğu yoksa elmas olduğunu anlayacak. Nadir Bey izin verirse koruyucu eldivenini takacak kırk saniye çakmağının ateşiyle ısıtıp elması soğuk su dolu çanağa atacak, suya bıraktığı taş parçalanmıyorsa yine hemen anlayacak elmas olduğunu. Işığı nasıl yansıttığını da kontrol edecek, sonra da lup ile bakacak, atalarından miras sezgilerini de kullanarak karar verecek. Ancak dokunmasına asla izin vermedi Nadir Bey. “105,6 karat,” dedi. Olası değildi bu durum. Mantığı yoktu. Üzerinde dolaştırması bile çok tehlikeli olan bu saçma durum genci iyice işkillendirdi. Bir şey söyleyecekti, sustu.
Genç konuşmaya karar verince, “Bu bir oyun mu?” diye sordu. Onları seyrediyordum. Emindim, genç ya bir mitomanla ya da bir dolandırıcıyla karşı karşıyayım diye aklından geçiriyordu. Nadir Bey cevaplamadı. Sessizlik. Genç, sağına soluna bakındı. Dışarının uğultusu odaya doldu.
Nadir Bey ise, “Bu ikinci ziyaretim, ilki hatırlarsanız yedi sene önceydi, beyefendinin oturduğu koltukta sıramı beklemiştim. Elmastan bahsetmiş ama göstermemiştim. Derdimi de tam anlatamamıştım,” dedi. Kalemim elimde kitabın arkasına not aldım. 105,6 karat. Genç de kalemini eline aldı, masasının üzerindeki defterine 105,6 karat yazdı.
“Bey amca,” dedi amiyane bir tavırla. Davranışları çok tanıdıktı. Aklından kim bilir neler geçiyordu ama yine de tecrübesiz saf genci oynadı. Önceden yazılan bir repliği tekrarlar gibiydi. Derya gibi bilgisi olduğunu biliyorum. Elmasa bakar bakmaz anlamıştır gerçek mi değil mi? O zaman bu telaş, bu yapmacık heyecan niye? Hikâyenin sonunu bilip de abartarak rol yapmak neden? Yüzünde şimdi çarpık bir gülüş, efendi adama baktı, “Size istediğiniz bilgileri, onayları vermem için elması incelemem lâzım,” dedi.
“Olmaz, dokunmanıza izin veremem. En azından şimdilik. Önce anlaşmamız lazım,” deyip bir tomar para çıkardı ceketinin iç cebinden Nadir Bey. Tezgâha yaydı.
“Dediğim gibi önce anlaşmamız lâzım. Dedeni de babanı da tanıdım. Toprakları bol olsun. Biliyorum ki ailen sırra sahip. Sen de tozları yuta yuta yetiştin bu dükkânda. Ailece kuyum işinden çok iyi anlarsınız. Yazarken bana yardım etmeni istiyorum. Doğru bilgi ve doğru kişilerle ilerlemem şart.”
Kibar adam haklıydı. Antika işi de kuyum işi de zor zanaat. Bilgi ve sezgi ister, şevk ister. Nadir Bey ile aramızda sadece birkaç metre vardı. Hayli dinç, şakaklarına kırlar düşmüş, kalın gözlüklü dinç birisi. Ancak aynadan göz göze gelince hayretler içinde kaldım. Duvardaki İznik çinilerinin arasında yere kadar uzanan sırları dökülmüş aynadan adamın görüntüsü yansıdı. Çil çil beneklerin ardındaki yansısı başkaydı. Hırpani yaşlı bir adam. Aklımı kaçırmış olmalıyım, diye düşündüm. Çünkü taksinin çarptığı pejmürde adam bana bakıyordu. Yüzü aynı Nadir Bey ancak yirmi sene sonrasının buruşukluğunda, seyrelmiş beyaz saçlar, sırtı kambur, bezgin, bakışları keskin, kaşları çatık. Zihnim karmakarışık olunca kucağımdaki kitaba sığındım. Ne zaman bu mekânlara gelsem hayallere dalar giderim. “Toparlanmalıyım,” diye mırıldandım.
Gencin gözü ise tezgâha yayılmış tomarlarda, “Tam olarak ne istiyorsunuz?” diye sordu. Arada bana doğru döndükleri halde tuhaftır ki orada yokmuşum gibi konuşmalarına devam ettiler. Şaşkındım. Defalarca geldim bu dükkâna, neredeyse her müşterinin sohbetine de katıldım ama bugün ben de ilk defa kendimi yok hissediyorum. Derin bir nefes alırken öksürük krizine tutuldum. Aynaya doğru baktılar. Sanki aynanın içindeyim... İkisinin de bakışları, “başımıza bu işi sen açtın” der gibiydi. Anlaşılmaz sesler peydahlandı. Fark ettim ki, ayna bir kapıya asılıydı. O kapının ardından zaman zaman bir uğultu çağlıyordu.
Sıkışmışlık duygusu yine tüm bedenimi sardı, huzursuzca kıpırdandım. Bu sefer beklerken kitabımı okumaya kararlıydım. Onlar beni yok sayarken ben de kitabıma kaçayım, diye düşündüm. Yeniden işaretlediğim sayfayı açtım. İlk gözüme çarpan satır aralarına sıkıştırılmış bir not almışım. Ne zaman? Hatırlamadım. “Kusurlu elmas, kusursuz çakıl taşından iyidir,” Konfüçyüs böyle demiş. Düşündüm, Nadir Bey’in elindeki elmas bence kusursuzdu.
O sıradaydı, Nadir Bey, elini tekrar cebine atıp rulo yapılmış bir tomar kâğıt çıkardı. “Bakın efendi oğlum, ben aslında başladım yazmaya. Sadece yazdıklarımı okumanı ve doğrulamanı istiyorum,” dedi.
“Ne yazdınız?”
“Dünyanın en büyük elmaslarının hikâyelerini.”
“Neden elmaslar?”
“Evladım, elmas ganimettir. Prestij getirir. Şansına inanılır. Kimse de hikâyelerini yazmaz. Oysa ne çok el dokunmuştur. Dokunan ellerin hikâyelerini bile yazabilirsin, bir kitap ortaya çıkar. Her daim böyle değerli kömür bulunmaz. Bir elmas uğruna savaşlar çıkar, hanedanlıklar yıkılır, ganimet el değiştirir. Toylar da görüşülecek kadar önemlidir. Elmas güçtür. Güç de gücü getirir.”
Gencin boş işler, kime ne yararı olur bir elmasın, diye düşündüğünü hissediyorum. Yüzü şekilden şekle girdi. Gözleri bulanıklaştı. Nadir Bey’e, “Bunlar eski hikâyeler. Her şey gibi yani binalar, insanlar gibi hikâyeler de eskiyor, taşlar da,” dedi. Sonra da devam etti, “Ganimetler de eskide kaldı. Sistem değişti. Ancak doğrudur elmaslar değerinden kaybetmiyor. Şarap gibi eskidikçe yıllanıyor, değeri artıyor. Tabii anlayanlar için.” Mırıldandı, “Bugünün savaşları bor, toryum üzerine.” Sonra da sordu: “Hangi elmasların hikâyelerini yazdınız?”
“İlki biraz önce gördüğün “Kuh-e Nur”. Hani 18. Yüzyıl Safevî hükümdarı Nadir Şah’ın ismini “Işık Dağı” koyduğu elmas. Hindistan seferinde kazandığı ganimet. Bak delikanlı, işi çok iyi biliyorsun. Yazdıklarımı doğrula, benim için yeterli. Ben de kendi hikâyeme döneyim.”
O sırada daha fazla dayanamadım, “Ben de elmaslardan biraz anlarım,” diye bir laf attım. “Sen sus” dercesine aynadan bakıştık. Suretlerin biri genç ve bıçkın, diğeri buruş buruş soluk benizli ve yılgındı. Sözlerimi bile görüyordum, avizenin ışığında parlayan sözcük balonları tavana yükseliyordu. Düş görür gibi aynadan izledim ve aynadaki beni... Başımı kaldırdım üzerimde bir koyu kubbe. Aklım karıştı. Benimle ilgilenen de yoktu. Gerçek olan mekân burası ise ben neredeydim? Karmakarışık harflerden oluşan okunmaz bir metin gibiydi aklım.
Nadir Bey elindeki kâğıdı sallayarak gösterdi. Satır aralarındaki boşluklara kargacık burgacık notlar alınmıştı. Genç adam elinde bir kalem kâğıtları okumaya başladı, notlar aldı.
“Harika,” diye bağırınca genç, koltuğumda zıpladım. Uyuyakalmışım. Hemen tavana baktım, kubbe yoktu, düz beyaza boyanmış basık bir tavan. Rahatladım. Halime, şaşkınlığıma güldüler. “Uyuklamışım, içim geçmiş,” diyebildim. Utanmıştım.
Kâğıtları bir çırpıda okumuş ki genç gözleri pırıl pırıldı. Yine de emindim kesinlikle rol yapıyordu. Hikâyenin kahramanı gibi önce sırıttı sonra bembeyaz dişleriyle kocaman bir gülüş oturttu ince suratına. Tel çerçeveli gözlükleri bile parladı.
“Meblağ tatminkâr değil mi evladım?” diye sordu Nadir Bey. Sırıtmasından cevabı belliydi gencin. Anlaşmışlardı ama Nadir Bey yine de elmasa dokunmasına izin vermedi. Büyük bir ihtimalle yazacakları gerçek bir elmasın sahte hikâyesi olacaktı. Yoksa sahte bir elmasın gerçek hikâyesi mi? O zaman bu titizlik niye, diye elimdeki kitabı çevire çevire düşünüp durdum. Aynanın ardındaki uğultu kabarmıştı. Sanki savaş... Bir şeyler paylaşılamıyordu. Mizofonyam depreşince kulaklarımı kapadım ellerimle.
Nadir Bey bana da duyurmak istercesine, “İlk paragrafı yüksek sesle okuyayım. Elmasla ilk karşılaştığım mekânı, konağımızı anlattım,” dedi.
“Evi seviyorduk. Atalarımız da bu evde yaşamışlardı, çocukluğumuzun anılarını barındırıyordu,” diye okumaya başlayınca bu sefer de Cortazar’ın “Ele Geçirilmiş Ev” öyküsü aklıma düştü. “Demek ki bazı konaklar, büyük evler, içinde bulunduğum şu mekân gibi tekinsiz, zamansız, sürprizlere tanık ve hâttâ bu devirde bütün evler zaten ele geçirildi,” diye mırıldandım. İlgiyle baktılar yüzüme. Ben böyle başlayan bir yazının içeriğini, devamını düşünürken genç adam açıklamalar yapıyordu.
“Farklı inançlara göre Kuh-e Nur’a sahip olan ailelerin kaderi değişmiş, hep felâket getirmiş onlara. Tarih boyunca Hindu, Rajput, Babür, İran, Afgan, Sihlerin eline geçmiş en son Hindistan’ı yağmalayarak elde eden İngilizlere ait olmuş,” dedi.
“Felaket konusunu biliyorum. Siz de doğruladığınıza göre yazıya devam edebilirim,” derken Nadir Bey İngiliz centilmenlerinin zarafetiyle kutuyu cebine yerleştirdi.
Düşündüm, elmas felaket getirecekse Nadir Bey’in de elinden çıkarması gerekirdi. Bu durumda cebindeki elmas sahteydi.
Genç adam, “Şu anda Kraliçe Elizabeth’in tacında bulunan elmas, Londra müzesinde sergileniyor,” diye ekledi.
“Eh o zaman İngiliz Hanedanı’na neden bir şey olmuyor?” diye sormak üzereydim ki, “Bir de kök ikizi var bu elmasın. Adı “Darya-i-Nur” yani “Işık Denizi”,” demez mi genç adam!
“Biliyorum evladım. Onun hikâyesini de sonra yazacağım.”
Sıkılmıştım. Usulca kalktım. “Elmaslarla ben de ilgileniyorum,” derken elimdeki kadife kutumu cebime yerleştirdim. “Sizin konuşmalarınız uzayabilir, ben sonra tekrar gelirim,” deyip kapıya yöneldim. Bu sefer sokağa bakan kapıdan dışarı çıktım. Vitrinden içerisi görünüyordu. Genç tezgâhında oturmuş harıl harıl yazıyordu. Dükkânda ise kimse yoktu.
Deli bir rüzgâr Han’ın kapısından içeri estikçe her şey değişiyor gibiydi... Aynı kâğıtlara yazılan bir metnin, açık pencereden gelen ani esintiyle havalanan ve karışan sayfaları gibi... O rüzgâr bazen bellekleri de etkiliyor. Mekânlar da eşyalar da suretler de bir kez hafızalardan silinmeye görsün adeta hakikâtlerini kaybediyorlar. Yine de kalıcı olan yazı değil mi? Hikâyenin devamını beklemelisin. Ben de kendi hikâyeme döneyim, ihtiyarın peşinden gidip kalabalığa karışayım...