
Zeynep Parlar: Selma Kayıp
Büyük harflerle geçen alt yazıyı okuyunca suratı kireç kesti. ‘Kırk yıldır evli olduğu kocasını terk etti.’ Hulusi oturduğu koltuktan fırladı, “Selma,” diye seslenerek mutfağa koştu. Oysa sabahın bu saatlerinde karısı hiç aklına gelmez. Gazetesini okur, haber kanallarının birinden ötekine gezinir. Tezgâh temizlenmiş, bulaşıklar kaldırılmış, pencere aralanmış, Selma’dan iz yok. “Selma ses versene, Selma!” Banyo kapısını tıklattı. “İçerde misin? Selma!” Ses yok. Tekrar kapıya vurdu, açtı, boş. Allah Allah... Yatak odasına yöneldi. “Selmaaa… Selmaaa…” Ortalık derli toplu ama karısı burada da yok. Kafasını kaşıya kaşıya salona döndü, televizyonun karşısına çöktü. Aynı program devam ediyor. Adam koltuğun kenarına ilişmiş, kamburunu çıkarmış, neredeyse ağladı ağlayacak. ‘Karımı bulun, onsuz yaşayamam.’ Soluğu kesildi, avuçları terledi. Kumandayı aldı, kapama tuşuna bastı, kalktı, yeniden yatak odasına gitti. Çekmecelerin birini açtı, ötekini kapadı. Yok canım gitmez. Cüzdanı, kimliği yerinde. İçi biraz rahatladı. Dolapları karıştırdı. Giysileri düzgünce sıralanmış. Hem seyahate çıksa Hulusi bilmez mi, bilir. Ona söylemeden şuradan şuraya adım atmaz karısı. Karşı komşuya geçmiştir. Tabii, tabii, başka nereye gidecek. Kapısı sürekli kapalı duran oğlunun odasının önünden geçti, bastığı yeri bilmeden tekrar salona girdi.
Masayla kanepe arası dört adım. Gidip geliyor. Elleri arkadan bağlı, bakışları yerde, attığı adımları görmüyor. Acaba Kemal’e mi gitti. Ana oğul pek sevişirler. Ondan habersiz iş çevirmeye de bayılırlar. Öyle olsa gizli gizli konuşurken yakalardı. Lafı lafa katıp telefonu kapatıverirdi Selma. Ne zaman aradıydı bu oğlan. Pencereye yanaştı. Araba park ettikleri yerde, hiç oynamamış. Yok, yok dedi, Kemal’e gitse arabayı alır. Öyle minibüse, otobüse binmez. Hulusi o kadar söyledi ama dinletemedi.
“Toplu taşıma bedava, yazık benzin parasına.”
“Aman Hulusi, bir yere çıktığımız mı var? Arada oğlana gidiyorum ona da söylenme.”
Saatine baktı, neredeyse öğlen oluyor. Karşı komşunun kapısını çaldı.
“Selma,” dedi, “sizde mi?”
Kadın, “Bu sabah hiç görmedim,” diye yanıtladı, bir iki laf daha edecekti, Hulusi dinlemedi, eve döndü, kapıyı kapadı. Allah, Allah. Kafasını salladı. Arabayı almadan gitmiştir belki. Kemal’i aradı.
“Nasılsın oğlum?”
“İyiyim baba, işteyim, hayırdır bir şey mi oldu.” Öyle gündüz vakti aramaz oğlunu Hulusi.
“Hiç, sesini duyayım dedim.”
“İyi yaptın, annem nasıl, sen nasılsın?”
“İyiyiz, iyiyiz,” dedi, telaşla kapadı telefonu. Sırtından soğuk ter boşandı.
Karısını aradı. Karşısında mekanik bir ses. Aradığınız kişiye ulaşılamıyor. Soluk alırken ciğerleri yandı. Selma dediydi inanmadıydı. “Bak çekip giderim Hulusi, Kemal’e dahi haber vermem. Bıktım vallahi.” Oğluna annen kayıp dese miydi?
“Aman baba ya sonunda sabrını taşırdın kadının, bu devirde yardımcı almayan mı var, hem üç günlük dünya rahat edin azıcık diyorum, fena mı çayınız kahveniz önünüze gelir.”
“Emekli insanız oğlum birini çalıştırmaya gücümüz nasıl yetsin?”
“Yeter baba niye yetmesin. Hem ben ne güne duruyorum, sıkıntıya düşürür müyüm sizi hiç.”
Annesi yetişemiyormuş. Boş lakırdılar. Bu yüzden çekilip gidilir mi... Giderse bir başıma ne yaparım. Yok, yok... Televizyondaki adamı düşündü. Saçmalama Hulusi, kaç milyonun karşısına çıkılıp karımı bulun denir mi? Markete gitmiştir. Telefonunu atar bir köşeye, şarjı var mı yok mu unutur. Yoksa kapamaz telefonu, hem niye kapasın? Koltukların arasında, masanın etrafında dolanmaktan başı döndü. Durdu, tekrar pencereye ilerleyip sokağı süzdü. Elinde market torbalarıyla komşularından biri apartmana girdi. Karşı apartmanın bahçe duvarına yaslanmış kasketli bir adam ardından baktı. Aman Allah’ım ya kaçırdılarsa? Sakalını kaşıdı. Evet, evet kaçırmış olmalılar, yoksa nereye gidecek Selma? Zaten haber verirdi gidecek olsa. İyi de yaşını başını almış kadını kim ne yapsın? Haksızlık etme Hulusi. Yaşı ilerlemiş olsa da mihrabı yerinde. Ceketini giydi, nereye kayboldu bu kadın, nereye kayboldu diye diye attı kendini sokağa.
Çarşıda pazarda bir gören olmuştur. Ah Selma! Organ mafyası mı? Başını iki yana salladı. Yok canım o da olmaz. Dünya ilaç kullanıyoruz. Kalbimiz böbreğimiz bizi zor taşıyor. Kan bile veremiyoruz nerede organları bağışlayalım. Yerinden oynamış kaldırım taşlarından birine bastı. Az kaldı bileğini burkuyordu, zor toparladı. Sarsak adımlarla yürüyerek çarşıya vardı, selam veren esnafı fark etmedi bile. Oysa onlara soracaktı, hanımı sabah gören oldu mu? Zihnine üşüşen düşüncelerle iyice bunaldı. Tabii ya fidye içindir. Nasıl da düşünemedim. Fidye içindir, fidye. Etrafta çok konuştu ya ondan. Emekli oldu, eşek yüküyle ikramiye verdiler diye kahvede pazarda böbürlenirse olacağı bu. Dile kolay kırk yıl hizmet etmiş devlete. Hem de en üst düzeyden. Yaş haddinden ilişiğini kesmeselerdi, son nefesini verene kadar çalışırdı. Emekli oldu da ne oldu, evde hanımla karşılıklı bakışıyorlar.
“Boş boş oturmana gerek yok ki baba, sen de bir hobi bul kendine, bak anneme.”
Bu yaştan sonra ne öğrenecek. Hem bedava uğraş mı olur. Selma başka, yeni şeyler öğrenmeye hep meraklıydı. Üstelik çalıştığından daha uzun zamandır emekli. Canım sıkılıyor dedi, kurs kurs gezdi. Şimdi de elinde kurdeleler, kuru çiçekler, tüller. Bunca döküntüye verecek parayı nereden buluyor anlamıyor. Allah’tan bütün hesapların kontrolü onda. Yoksa hobiydi mobiydi parayı nereye savurduğu belli olmaz. Yoksa başka birini mi buldu Selma. Her gün sen kahveye gitmiyor musun diye sorup duruyor. Bir an önce evden çıkayım diye yapmadığı kalmıyor. Ayıp ayıp Selma Hanım insan torunundan utanır. Doğru Selma’m utanır, oğlunun yüzüne kara çalmaz. Belki de doğrudur. Akşamları elinde çiçek böcek bir şeyler yapıp duruyor. Gözlüğü burnun üzerinde. Sesi hiç çıkmayınca arada laf atar Hulusi.
“Ne yapıyorsun?”
“Kaç kez söyleyeceğim Hulusi, şapka.”
“Hııı...” Göz ucuyla baktı, “bunlar şapka mı şimdi?”
“Aşk olsun Hulusi, sen burun kıvırıyorsun ama son tasarımlarım çok beğenilmiş.”
“Kim beğenmiş?”
“İnanamayacaksın ama çok ünlü bir moda evi, üstelik sipariş de verdiler.”
“Yani?”
“Ne yanisi, Hulusi? Sevmişler işte şapkalarımı, satın almak istiyorlar.”
“…”
“Öyle el yapımı şapkacı pek kalmadı. Siparişlerim artıyor. Boşa inat ediyorsun, kadının maaşını ben kazancımla ödeyeceğim, bir de ev işiyle uğraşamam.”
Elindeki gazeteye gömdü kafasını. Tövbe, tövbe. Hep bu bizim oğlanın işleri. Anasının kafasına girip yoldan çıkarıyor.
Düşündü taşındı, o da ev ekonomisiyle ilgilenmeye karar verdi. Hem bildiği işler. Selma şapka yapıyorsa o da evin eksiklerini takip eder. Liste çıkarttı, sözüm ona stok tutuyor. Selma söyleniyor. Uğraş bul dediler, buldu. Bütün gün market market dolaşıp peçetesinden sabununa etinden sebzesine nerede kaç kuruşa not ediyor. Aldığı notları Selma’ya gösteriyor.
“Ay şişirme kafamı. Başka işin mi yok Allah aşkına?”
“Ama bak hesapladım böylece ayda...”
“Ay tamam Hulusi üç kuruş için oradan oraya gezemem.”
“Sen gezme ben alırım.”
“Geçen aldıklarını çöpe doldurdum. Ucuz diye günü geçmişleri alıp gelmişsin.”
“Hemen pişirseydik günü geçmezdi.”
“Onca şey aynı gün pişer mi, kaç gün yiyecektik!”
Kemal de kızıyor. Bu yaştan sonra üçüne beşine bakmayıp canımızın çektiğini alaymışız. Yetmezmiş gibi bir de dünya turuna çıkın diyor. Elimiz ayağımız tutuyorken gezseymişiz. Kendi ağzıyla söylüyor işte elimiz ayağımız tutuyor evde hizmetçiye ne gerek var. Ana oğul çıldırmış. Hesabı kitabı boş vermiş.
Sokaklarda gezinirken aşağı mahalleye kadar gittiğini fark etmedi. Marketin çırağı, “Hulusi Amca ne arıyorsun buralarda?” diye seslendi. Hulusi başını kaldırıp tuhaf tuhaf baktı, her sabah gazete, ekmek getiren çocuğu tanıyamadı.
“İyi misin Hulusi Amca, suratın kireç kesmiş.”
Kaşlarını çattı. “İyiyim, iyiyim,” dedi. Başını çevirip yürümeye devam etti. Bu densiz de kim? Sakın fidyecilerin adamı olmasın? Gördün mü bak peşime adam takmışlar. Arayıp bütün birikimi istemeye kalkmasınlar? Eyvahlar olsun, ne olacak bütün paramızı alırlarsa. Selma söylememiştir, yok canım... söyler mi hiç... söylemez... yok, yok. Ya işkence edip ağzından alırlarsa bankada kaç paramız var. Ne saçmalıyorsun Hulusi, yaşlı kadına hiç işkence edilir mi, ellerinde kalır maazallah. Yok, olmaz. Hem aptal mı bunlar, Selma’ya bir şey olsa zırnık alamazlar. Telefonu cebinden çıkardı, ekranı iyice yüzüne yaklaştırdı, gözlerini kısıp bir şey görecekmişçesine baktı. Aramadılar. Yok, yok, şimdiye elli kere çalmıştı şu telefon. Acaba? Olur mu? Yok canım olmaz... Selma iş birliği yapmaz haydutlarla. Ya yaptıysa. Oğlu iş veriyordu zaten. Kesin birlikte komplo kurdular. Gözleri bankadaki üç kuruşta. Neden ortak hesap açmıyormuşuz, niye bütün paranın yönetimi bendeymiş! Neden evdi arabaydı hep benim üzerimeymiş! Kadının üzerine mal yapıldığı nerede görülmüş canım? Bu yaştan sonra hanımı boşayıp başka kadınlarla oynaşacak değil ya. İnsan kırk yıllık kocasına güvenmez mi. Hayat müşterekmiş. İkimizin adına olacakmış. Eski köye yeni adet. Arabaları kontrol etmeden caddeye atladı, dalgın dalgın karşıya geçti. Acı fren sesine korna sesi karıştı. Hulusi üstüne alınmadan yürümeye devam etti.
Saatlerdir ses çıkmadı. Yer yarıldı da yerin dibine girdi sanki. Sokakları arşınlamaktan ayaklarına karasular indi. Sonunda karakoldan içeri girdi. Bir yığın acayip soru.
“Çarşıya pazara ya da bir yakınına gitmediğinden emin misiniz?”
“Kayıp diyorum sabahtan beri kayıp.” Bunlar da ne kadar kalın kafalı anlatıyorum anlatıyorum anlamıyorlar.
“Nasıl şüpheli bir durum yok Memur Bey. Selma’mın yapmayacağı işler.”
“Unutma, karıştırma gibi sıkıntıları var mı?”
“Ne bunaması, cin gibidir maşallah.”
“Sinirlenme Bey Amca, şikâyet raporu için bütün bu bilgiler gerekli.”
Yanına yaşını almış babacan başka bir memur yanaştı. Elini dostça omuzuna koydu.
“Ee ne güzel işte o zaman yolunu kaybetmemiştir.”
Sonunda onu anlayan bir memur geldi. Selma’nın fotoğrafını cüzdanından çıkarıp uzattı.
“Şimdi kimlik bilgileriyle birlikte eşkâlini sisteme yükleyeceğiz. Geç otur şöyle, dinlen.”
Oturamadı, koridorda aşağı yukarı geziniyor. Babacan memur gitti, genç olan bankoda. Ondan hiç hoşlanmadı Hulusi. Arada bankoya yanaşıp başında dikiliyor.
“Merak etme Bey Amca hastane civarlarındaki ekiplerimizin bilgisi var, aslında şimdiye kadar ses çıkmadığı için sevinebilirsin, kaza geçirmiş olsa çoktan haber alırdık.”
“Ya öldürüp bir köşeye attılarsa?”
“Aklına kötü kötü şeyler getirme, bak morglardan da haber geldi, Selma Hanım’ın eşkâline uyan kimliksiz kadın cesedine rastlanmamış.”
“Çok şükür,” dedi. Derin derin nefes almaya çalışıyor ama olmuyor, boğulacak gibi hissediyor, midesine de taş doldurmuşlar gibi dönüp duruyor.
“İçiniz rahat olsun üzmeyin kendinizi.” Biraz keyiflendirmek için gülümseyerek, “Hem ne güzel işte Bey Amca, ömrünün son demlerinde kadın dırdırı olmadan rahat edersin. Evine git keyfine bak. Bizimki tepemde bütün gün vır vır hiç susmuyor. Bazen kaçıp gidesim geliyor,” dedi.
“Bana ne oğlum senin karından. Tövbe tövbe,” diye söylendi, kafasını öte tarafa çevirdi. Bu da pek densiz. Selma’mın ağzı var dili yok. Hem ben onsuz ne yaparım. Arada huysuzlanır ama o başka. İşin tadı tuzu. Hiç atışmadan da olmaz ki.
Nerden çıktıysa Babacan Memur dönüp geldi, sırtına hafif hafif vurdu.
“Sıkma canını Bey Amca. Çıkar gelir. Hadi evine git dinlen, telefonun var, bir haber alırsak hemen ararız.”
Omuzları çökmüş, rengi solmuş istemeye istemeye çıktı karakoldan. Bir kurt düştü içine. Kemal’in odası? Kafasına yumruğuyla vurdu. Tüh! Nasıl da önünden geçip gittim. Açıp baksana. Kemal evden ayrıldığından buyana kapısı hep kapalı. Selma da tam o yüzden yalnız kalmak istediğinde bu odaya kapanıyor. Geçenlerde başını uzatıp baktı, tablette şapka mapka yapımıyla ilgili bir program mı ne dinliyordu. Aman bu ne dikkat, bu ne dalgınlık. O kadar ki Hulusi’nin seslendiğini dahi duymadı. İçerde olsa duyar. Kapıyı da kapamaz. Niye kapasın ki? Yok, yok içerde olsa kesin ses verir. Vermez mi hiç, verir, verir. Ne oldu Hulusi, yangın çıkmış gibi ne bağırıyorsun diye azarlar bile.
Emekli olduğundan beri hep kızıyor Selma. İkisi de evde olmasına alışamadı.
“Emekli oldun iyice tuhaflaştın. Bazen sana hiç tahammül edemiyorum. Keşke hep işe gitseydin.”
“Selma Hanım, Selma Hanım sen beni bu evde istemiyor musun?”
“Hey Allah’ım sen aklımı koru. Diyorum ki burası ev, daire değil, sen de satın alma müdürü değilsin. Azalanları takip ediyormuş.”
“Senin işini kolaylaştırıyorum.”
“Kolaylaştırma, bırak. İhtiyaç olanı bitti mi alıyoruz işte.”
“Fena mı bitmeden en uygun fiyatlısını bulup alıyorum. Kampanyaları takip ediyorum.”
“Kampanyaları takip ediyormuş. Kuruş kuruş harcadığımı sayıyorsun.”
“Saymıyorum, bütçe yapıyorum.”
“Hala bütçe yapıyorum diyor. Neyse, demedi deme bu yaştan sonra beni yoldan çıkarma, sen git kahvene, sohbetini et arkadaşlarınla, benim mutfağıma karışma. Terk ederim seni bilesin.” Sırtından ter boşaldı. Soluk almaya çalıştıkça ciğerleri yandı. Anası çekip giderse oğlan da aramaz. Fazla mı abarttı. Ne abartması canım. Bütçe bilanço bunlar hep sıradan işler. Alt tarafı takip dosyası açtı, eksileni çıktılara, alınanı girdilere yazdı o kadar. Çarşıya pazara birlikte gidişi hep onun için. İyilik de yaramıyor. “Taşıyamıyorum,” diyor, iki defa üç defa gidip geliyor pazara. Aldıklarını taşıdım, tek seferde bütün alacakları hallettik, fena mı. Canının istediğini istediği kadar alamıyormuş. İsraf olmasın diyorum. Oğlanda girmiş aklına. Uygulamamı ne yüklemiş, iki tuşla verin siparişi eve gelsin, ne diye taşıyorsunuz diyor. Canımız dışarı çıkmak istiyorsa çıkıp keyfimizce dolaşaymışız. Müsrif bunlar müsrif. Ayakları birbirine dolandı. Az kaldı kaldırıma kapaklanıyordu, zor toparladı. Duvara tutunarak yürüdü. Öğlen gördüğü kasketli adam hâlâ karşı kaldırımda dikiliyor. Kalbi hızlı hızlı çarpmaya başladı. Apartmanın giriş kapısını sertçe kapadı. Buzlu camın ardından adamı gözetlemeye başladı. Sokak, öğlene göre hareketli. Okul servisinden inen çocuğa sarıldı kasketli. Birkaç dakika konuştular. Çocuk apartmana girdi, adam uzaklaştı.
Kamburu çıkmış, yüzü çökmüş asansörü çağırdı. Alnında biriken teri elinin tersiyle sildi. Toparla kendini Hulusi. Belki de memur haklı. Sadece biraz kafa dinlemek istemiştir. Canı dönmek istediğinden çıkıp gelir, dedi şu babacan olan. Ya dönmezse. Ne yaparım koca evde yapayalnız. Kapımı çalan olmaz. Ölsem kalsam kimsenin ruhu duymaz maazallah. Bitkin halde anahtarı kilide yerleştirdi. Mutfaktan yemek kokuları geliyor. Evde hırsız varmışçasına parmaklarının ucuna basa basa mutfağa yöneldi.
“Sen mi geldin Hulusi, kapıyı hiç duymadım.”
Ağzı bir karış açık tezgâhın başında yemek pişiren Selma’ya baktı.
“Seversin, karnıyarık pişiriyorum. Patlıcanlar turfanda pahalı diye kızma yine. Ha bir de çıkamadım, oğlanın dediği gibi sipariş verdim, getirdiler.”
“Aşk olsun can parem, ne zaman kızdım sana. Canın ne çekerse pişir, nasıl istersen harca, evin tapusunu da üstüne yapayım, yeter ki sen böyle dolaş evin içinde.”
“Allah Allah... Ne oldu sana Hulusi, iyi misin?”
“İyiyim, iyiyim, hiç bu kadar iyi olmamıştım.”
“Sen kaç saattir nerelerdesin?”
“Hiççç dolaştım biraz.”
“Kahveni yapayım diye geliyordum, baktım, kayboldu, yok diye diye kapıyı çekip çıktın. Seslendim duymadın. Hayrola neyini kaybettin?”