
Ömür Yılmaz: Anahtar Kelime
Her daim oturduğu koltuğuna yerleşip son günlerde elinden düşürmediği bulmaca dergilerinden birini açtı. Kaldığı yerden devam etmeye kararlı.
“İnleyen, beş harf?”
“Hıı, nalan.”
Pencere denizliğine konan martıya göz kırptı. Akşamın alacakaranlığında onu izleyen martıya. Bulmacada okuduğu ilk sorunun şerefine minik bir öpücük de gönderdi ona. Martı başını çevirirken gagasını araladı. Nalan yutkundu. Yemek artıklarıyla tıka basa doysa da uçup gitmiyor aç gözlü kuş. Martı dediğin denizlerde, göklerde, çatılarda dolanmaz mı?
“İkisi bir arada doğan? Bir, iki, üç, dört harf.”
Saatine baktı. Kızlar gecikmişlerdi. Kalkıp arasa azar işitecek yine.
“Sal bizi anne, sal artık. Kaç yaşındayız ya!”
“Ayol sal bizi de ne demek, köpek misiniz siz? Hem, kaç yaşında olduğunuz fark etmez. Benim için daima küçüksünüz.”
Anlatamıyordu kaygılarını. İkna edemiyordu alemin kendileri için yaratıldığına inanan ikizlerini. Hangi anneden çıktıklarını unuturlardı da beraber çıktıklarını unutmaz, birbirlerini kollayıp diklenirlerdi hemen.
“Mağlup? İki dört beş harf.”
Sol memesini tutarak yazdı.
“Yenik.”
Çapraz kutudaki tümörü de cevapladı aceleyle.
“Ur.”
Derin derin soluklanırken gözleri doluverdi. En üstteki soruyu mırıldanadursun birkaç damla yaş yanaklarından süzüldü.
“Öldürücü bir virüs?”
“Yaşamın ta kendisi...”
Harfler kutucuklara sığmayınca üzerlerini çizdi.
“Erol.”
Harfler eksik kaldı.
Sayfayı kapattı Nalan. Sırtını berjere iyice yaslarken pencereye bakmamaya çalıştı. Martının kara deliği andıran gözlerinden ya korkuyor ya utanıyordu. Derginin kapağını bilmem kaçıncı kez okurken parmak uçlarıyla da yazıları okşadı.
“İlk 100 Kişiye Beyin Daha Fazlasını İster kitabı hediye.”
Bir tarih konmamıştı. Acaba ilgili bulmacaları çözüp anahtar kelimeye ulaşmak ortalama ne kadar bir zaman almalıydı? Nalan bu iş için iki gün biçmişti. Uzun mu? Yoksa haddinden fazla kısa mı? Doğrusu, bedava kitap için kadın kendini paralamış dedirtmek de istemezdi. İki günü üç güne çıkartmayı düşündü hatta dört gün olsun dedi, ancak çabucak vazgeçti. Kitap uzun ve çarpıcı ismiyle Nalan’ın dikkatini çekmeyi başarmıştı ya anahtar kelimeyi bularak belirtilen adrese derhal göndermeliydi.
“Kosta Rika’da bir yarımada? Üç harf.”
Gözleri ışıldadı birden. Daha önce de çıkmıştı bu soru karşısına. Yakalanma korkusuyla kızların odasına gizlice girerek, atlastan bulmuştu ülkenin yerini. Çok uzaktı. Bir nevi dünyanın öbür ucu. Ah bir atabilse kendini oraya. Kimse bulamazdı onu. O gün kısa bir anlığına hayallere dalmıştı Nalan. Kosta Rika’da nasıl giyinildiğini bilmediğinden, hayalinde Hawaii kadınlarının kılığına bürünüp boynundaki çelenkle dans etti. Denizin iyotlu kokusu burnuna doldu, ayakları sıcak kumlarda yandı. Bir tatlı rüzgâr, aromalı, ılık, nazik, omuzlarından vurup sırtında, bacaklarında dolandı. Belindeki yakışıklı da cabası. Mest haldeyken ikizlere yakalanınca dönüverdi evine.
“Anne ne yapıyorsun burada, söyler misin yani.”
“Kızım şey, kızlarım yani öyle, şey için girmiştim. Şey edeyim dedim de olmadı işte.”
“Yoksa odamızı mı karıştırıyorsun anne?”
Son cümleyi aynı anda, aynı ritimde bağırarak söylemişlerdi.
“Suçlama? Beş harf.”
Cevabı kutucuklara yerleştirirken, hayatı boyunca yiyip yuttuğu ithamları anımsadı. Misal, küçükken kardeşi ağladığında.
“Gene ne yaptın ha, söyle. Ne yaptın da ağlıyor bu oğlan?”
Okulda bacaklarını dikizleyen çocuğu tekmelediğinde de aynı.
“Utanmıyor musun oğlanları dövmeye?”
Erol’un eve geciktiği gecelerde ola ki içi geçmiş de bir köşede sızıvermişse, yine.
“Köpekler gibi çalışıyorum en güzel şekilde yaşayın diye. Karşılığında ne görüyorum?”
“Karşılığı sonra ödenmek üzere? İki dört altı sekiz. Hıı. Veresiye.”
Nalan diğerlerine nasıl anlatamadıysa meramını, Erol’a da anlatamazdı beklemekten yorulduğunu, istemsizce uyuyakaldığını. O zile basmadan kapıyı açması gerektiğini bildiğini, hoş geldin kelimesini akşamüstünden beri ağzında zaten hazır tuttuğunu söyleyemezdi. Yemeklerin çeşit çeşit ve sıcacık olduğunu, kızların bütün ihtiyaçlarının karşılanıp uyutulduğunu, ananın babanın nenenin, dedenin ve bilumum komşuların, aynı zamanda gerekli görüldüğünde yedi yabancının gönüllerinin de hoş tutulduğunu. Çaylarının, kahvelerinin, kısırlarının, böreklerinin pişirilip önlerine sunulduğunu. Erol’un ailesi için nasıl canla başla çalıştığını uzun uzun, özendire özendire anlattığını da. Söyleyemezdi işte. Söyleyemeyince memesinde büyüyen tümörün sebebi de kendisi oluverirdi.
“Boyun eğen? Ram.”
Bir solukta yazdı. Martı, gagasını kocaman aralamış dili dışarda Nalan’ı kesiyordu. Yeni yedin balıkları, acıkmış olamazsın dedi. Seni çöpçü kılıklı. Duymuşçasına sırtını döndü kuş, kuyruğunu mu salladı ne? Uçup gidecek gibi yapsa da küsmekle kaldı. Nalan onu kendisine benzetti. O da küserdi ya sık sık, kimsenin ruhu duymazdı. Yarım ağız sorulan hasta falan mısın ne bul hal sorularından başkaca bir önemsenme halini hatırlamıyordu.
“Büyü? Beş harf.”
Sihir gibiydi evliliğinin ilk yılları. Sonra, sonra nasıl düşülmüştü bu duruma?
“Kadın rakip? Metres.”
Harfler yukarıdan inenlerle uyuşmadı. Nalan, yazdıklarını karalarken ki hiç haz etmezdi bu işten, kızıp söylendi.
“Düşünerek yazsaydın böyle çirkin izler kalmazdı sayfada. Seni, seni...”
“Fazlaca bön? Bir, iki, üç, dört, beş. Beş harf. Salak.”
“Serüven?”
Erol’un önemsiz bir maceraydı demesi kulaklarında halen çınlamakta. Şeytana uymuş meğer.
“Tövbe.”
“Duble tövbe. Tövbe, tövbeee.”
Affetmeyip ne yapacaktı ki? Kızlar küçücüktü. Nalan işsiz. Diploma don çekmecesinde, kapitone örtünün altında saklı.
“Katiyen? Dört harf.”
Asla tekrarlanmayacaktı. Söz vermişti. Yalancı.
“Doğrudur işareti?”
Şah. Peşinden analar babalar bir ağızdan aynı şeyleri tekrarladılar.
“Erkektir, yapmış bir hata. Dağıtma yuvanı kızım.”
“Hem bak nasıl pişman, nasıl üzgün.”
“Abluka? İki, dört, altı, yedi.”
Kuşatma altındaydı. Erol’un affedilmek namına özel bir şeyler yapmasına bile gerek kalmadı. Mazlum mazlum oturması yetti de arttı.
“Kelebek kurdele? Bir, dört, altı. Yok ya yedi, yedi yedi.”
İkizlerin saçlarını örüp uçlarına fiyonklar takmayı pek severdi Nalan. Onca ağlamanın getirdiği göz şişmesi, göz kızarması ve göz tutulmasına rağmen her sabah kızların saçlarını örmeyi sürdürdü. Sabahların birinde ikizlerin en dilbazı Nalan’a sarıldı. Yanaklarından öperken, sen çok değerlisin anne diye fısıldadı kulağına. Sakın bizi bırakma.
“Çok değerli bir akvaryum balığı? Üç harf.”
O dilbaza kavga ettikleri bir zamanda bu sözünü hatırlatacak oldu da çocukların hiç büyümemesi gerektiğine kanaat getirdi. Keşke, keşke hep koi gibi yaşayabilselerdi.
“İnsanın yaradılış özelliği? Üç, altı harf.”
Cevabı bulamıyordu ya eyvah! Anahtar harflerden biri de dördüncü kutucuktaydı. Martıya döndü. Gagası sımsıkı kapalı, sağa sola bakınıyor. İçten içe gülüyor mu ne? Elindeki dergiyi rulo yapıp cama vuracakken martı göğsünü gerdi, kanatlarını açtı. Nalan irkilip bulmacasına döndü. İstese sorunun yanıtını telefonundan şak diye bulabilirdi de o kızlarını düşündü. İnsanın yaradılış özelliğini doğurup büyüttüklerinden başka bir yerde aramak da neyin nesi. Her daim yanlarındaydı onların. Adım adım bütün gelişimlerine şahitti. Martıya çaktırmadan gururlandı. Hep duyduğu ama hiç görmediği o film şeridi gözlerinin önünde beliriverdi. İkizlerin büyümesi anbean canlanıyordu pencerenin tertemiz köşesinde. Martı da başını uzatmış. Birlikte seyrederlerken, Nalan usulca kalktı koltuğundan. Az önce yüzüne yerleşen gururdan eser yok. Uzun bacaklarıyla geniş odanın içinde ağır ağır voltalar attı. Filmin içinde ansızın keşfettiği bir şeyle iki eziliyor bir yükseliyordu. Gözüne ilişen her eşyada filmin devamını izledi. Erol’u düşündü sonra. Üniversiteden el ele çıktıklarından bugüne değin. Hızlıca ama isabetli. Erol görseydi şaşırırdı ondaki bu beceriye. Sevinecek oldu ki durdu. Suratı iyice asıldı. Peşi sıra sarardı, soldu. Nihayet kıpkırmızıydı. Volta atmayı bırakıp koltuğuna geçti. Cama alnını dayadı. Martıyla göz gözeydiler. Bulduğu yaradılış özelliğini tane tane, sakince söyleyiverdi ona. Nasılsa hiçbir bulmaca kutucuğuna sığdıramazdı o kelimeleri.
“İnsan bu dünyaya yalnız kendisi için geliyor. Kullanabileceği kimi bulursa da tereddütsüz, acımadan kullanıyor.”
Hiçbir şey yazmadan diğer sorulara geçti.
“Bir çeşit güvenlik görevlisi?”
“Anne.”
Harfler eksik kalınca karaladı.
“Katı halden sıvı hale geçen?”
“Anne.”
Harfler eksik kalınca karaladı.
“Kosta Rika’nın başkenti?”
“Ben Osa yarımadasına gitmek istiyorum. Pasifik manzaralı.”
Harfler kutucuklardan taştı. Resimdeki oyuncunun suratından geçti, sayfa sonuna dek uzadı. Nalan bir oh çekti. Bulmaca sayfasını ilk açtığında kadının güzelliğine vurulmuştu da az kalsın Tanrı’ya yeni bir dua edecekti. Tanrım diyecekti, Tanrım bir daha dünyaya gelirsem beni şu kadına benzet. Ya duası kabul olsaydı da resimdeki oyuncunun yerine geçseydi. Eline kalem alan suratını karalayacaktı.
“Emilliano Zapata’nın devrim planı?”
Nalan, gözlerini kıstı, dudaklarını büzüştürdü. Ayala dedi, ayala. Son iki sayıdır amma çok karşısına çıktı bu soru. Yoksa nereden bilebilirdi elin Meksikalı devrimcisinin planlarını. İlahi bir mesaj mıydı acaba? Bunaltılarından kurtulacak bir yol için az diller döküp adaklar adamamıştı ilgili merciye. Öyle ya, işi başından aşkın Tanrı’nın belki de elinden ancak bu kadarı geliyordu. Demek, Nalan da bir devrim planı yapmalı... Yan yan martıyı süzdü. Çirkin kuş kafa sallarken, pencerenin yine aynı köşesinde başka bir film oynamaya başladı. Bu sefer geçmişi değil, hayallerle bezenmiş geleceği gördü. Gülüyordu Nalan. Martı da beraber. Gamzeleri çıkana, kaz ayakları, tavşan çizgileri belirene, anahtar kelime aklına gelene dek. Bulmaca sayfasını açtı anında.
“Cennet ile cehennem arasındaki yer?”
“Araf.”
Bir an önce o kitaba kavuşmalıydı. Beyin kimyasının idrakle mi değiştiğini, yoksa bulmaca çözerken değişen kimya sebebiyle mi idrakin açıldığını öğrenebilirdi. Üstelik insan hem acı çekip hem mutlu olabilir miydi? Hayat gailesi içinde unuttuklarını hatırlarken bir yandan hayıflanıp diğer yandan sevinebilir miydi? Sürpriz bir baskınla hücrelerine nüfus eden bu ilginç hal de neyin nesiydi? Çok soru vardı cevaplanacak. Lanet beyin ne zaman çalışır ne zaman dururdu? Durur muydu? Araf canını sıkmıştı Nalan’ın. Ne demekti araf? Cennet, cehennem neresiydi? Belki de cehennem yatak odasıydı, cennet bulmaca çözdüğü koltuk. Ya da Erol’un onca yakarmaya onu bir türlü götürmediği Kelebekler Vadisi cennetti de mutfak cehennem. İkizleri doğurduğu gün cennetteydi de ergenliklerinde cehennemi boylamıştı. Nabzı hızlandı. Görünmez, soğuk bir el gırtlağına yapışmış da soluğunu kesmekte. Cennet okul yılları mıydı? Cehennem annelik mi, kadınlık mı? Önermeler bitecek gibi görünmüyordu. Esasen, cennet ve cehennem her yerdi, her şeydi. İnsan o her yer ve her şey içinde tutunacak tek bir dal bulamazsa daima araftaydı. Anlıyordu Nalan. Fokur fokur kaynayan beyniyle yeniden bulmaca dergisine döndü, hızlıca ve yüksek sesle çözmeye koyuldu. Pencerede sırıtan martıdan da iyice yüz bulmuştu ki omuzlarını dikleştirdi.
“Tereddüt?”
“Çekintilerinden kurtul kızım Nalan.”
“Öbürü?”
“Allah belasını versin o kadınların.”
“Uzak?”
“Git ve yeni bir hayat kur.”
“Vefa?”
“İstanbul’da bir semt olmaktan öte değil.”
Martıyla katıla katıla güldüler bu klişe espriye. Öyle ki martı kanatlarını böğrüne böğrüne vurdu.
“Hudut?”
“Sınırları aş Nalan.”
“Bir enerji kaynağı?”
“Bulmaca dergisi.”
“Uçakların izlediği yol?”
“Kosta Rika’ya bir bilet al.”
“Beyin Daha Fazlasını İster adlı kitabın yazarı?”
“Yazarın ismi önemli mi? Hey özgürlük!”
“Göçmen bir kuş?”
“Boş ver uçak biletini. Penceredeki martıya atla ve uç.”
Sayfa karalamalarla doldu. Hiçbir cevap ait olduğu kutucuğa sığmadı. Nalan diğer sayfalardaki kutucukları da karaladı. Resimlerdeki tüm kadın oyunculara sakal bıyık çizdi. Anahtar kelimeye ulaşmak bunca kargaşadan sonra artık imkansızdı. Bulmacayı fırlatıp attı elinden. Şöyle bir gökyüzüne baktı. Turuncu, koygun maviye yeniliyordu. Güneş dinlenmeye çekilirken ay vardiya başı yapmıştı bile. Pencereyi açtı Nalan. Ilık bir esinti saçlarında dolandı, martının keskin çığırtısı kulaklarında. Atlayıverdi kuşun sırtına. Onun kanatlarının himayesinde gökyüzüne doğru süzülürken, elbette bir de tertemiz havayı ciğerlerine çekerken, tek bir şey düşündü. Acaba bundan sonraki bulmacalarda, Nalan’ın ağır aksak gelişen kaçış planı da sorulur muydu?