
Metin Çalışkan: Kaptan Kurmaca - Ümit Ersin Yavaş
Para kazanmak zorundayız, malum. Yaşam başka türlüsünü mümkün kılmıyor. Ne yazık ki devamlı işlerimizden kazandığımızsa yetmeyebiliyor. Bazen ek işler yapmamız gerekiyor.
Ben de bir süredir yeni bir ek işle uğraşıyorum. Kayıp öykülerin peşine düşüyorum. Kimi zaman unutulmaya yüz tutmuş öyküleri bulmam isteniyor, kimi zaman hikâyenin kahramanları dağılan öykülerini bir araya getirmemi talep ediyor, bazen yaşamdan usanmışların bir öyküye sığınma ihtiyaçlarına çare bulmam gerekiyor, bazen öykülerin gerçek olduğunu kanıtlamam arzulanıyor.
Eh, verilen ücrette anlaşabildiğimiz müddetçe hepsini kabul ediyorum. Bu topraklar seçim yapmayı zorlaştıralı epey oldu.
Aşağıdaki öykü de bu şekilde ortaya çıktı. Satırları bir araya getirmek pek kolay değildi, umduğumdan fazla emek harcadım. Kütüphaneleri, sahafları, bit pazarlarını mesken edindim. Bana gösterilen; öykünün mekânı olduğu söylenen eski berber dükkânının (artık beşinci nesil bir kendini iyi hissetçi ofisi) bulunduğu mahallede tahkikat yürüttüm. Öykünün yazarı olduğu belirtilen Ümit Ersin Yavaş’ı aradım durdum. Nafile...
Son olarak, kapı komşum Medyum Hulusi’ye başvurmak zorunda kaldım. Anlattığı kadarıyla aşağıdaki öykü hipnoz halindeyken kalemimden dökülmüş.
Yalnız, iş bu kadarla bitmedi.
Müşteriyi, öykünün gerçekliğine ikna edemedim. Berber dükkânının öyküde anlatıldığı şekilde olmadığıyla ilgili tepinip duruyor, öyküyü benim uydurduğum suçlamasında bulunuyordu.
Hadi ama.
Üç kuruş için yapılacak şey mi bu?
Nihayetinde, uzlaşamadık.
İşin doğası gereği paranın yarısını önceden almıştım; yetinmek zorundayım. Ama siz öykünün tamamını okuyabilirsiniz.
Ümit Ersin Yavaş mı?
Başka bir isimle, başka bir şehirde, hikâyelerden uzak yaşıyor. Gün gelir onu da anlatırım.
***
Sandık
Ümit Ersin Yavaş
Neden insanın tek bir hikâyesi olabileceğine inanmak zorundayız? İnsan pekâlâ birden fazla hikâyede hayat bulabilir. Bu birden fazla hikâyede hayat bulmak meselesi bana göre epey önemlidir. Vazgeçilemez, devredilemez haklardandır.
Misal, esmer, uzun yüzlü, seyrek saçlı, kendine epey büyük gelen numaralı gözlüğüyle bir berberi düşünün. Şimdi bu berberi tek öyküye sığdırmak, sonra da hâl hatır sormamak yakışık alır mı? Sırf onun berberlik sanatına getirdiği inceliklerden bahsettiğimiz bir hikâyeyle kendisini bütünüyle anlatabilir miyiz? Öyle bile olsa, benim de hikâyem var, anlatsana diyen gözlüğünün boynu bükük kalmaz mı? Eh, işi gücü bırakıp gözlükten söz etsek...
Peki ya berberle değil de berber dükkanındaki pervanelerle söze başlasak ve en azından bu berberin bin bir hikâyeden birkaçını anlatsak:
Tavandaki pervaneler ağır ağır dönüyor. Şık şık şık... Şık şık... Beyaz deri koltuk. Ensemi tahriş eden boyunluk. Etrafta uçları değişen makaslar, dişleri kırık taraklar, yarılanmış parfüm şişeleri, kolonyalar, tıraş makineleri, küçük lcd televizyonlardan yayılan musiki, kan taşı, fırça, pudra, duvarda asılı iki raflı kitaplık. Şık şık şık… Kapıya yakın, ceviz ağacından orta boy sandık.
Yüzüme tutulan ayna,
Enseme geçen ayna,
“Nasıl olmuş, bak beğenmediğiniz bir tarafı varsa düzelteyim. Rica ederim söyleyin.”
Vakit kazanmalıyım.
“Saçı biraz daha kısaltsak, bir de favorileri inceltsek.”
Gözlüklerinin üstünden bakıyor, bir gülümseme belirip kayboluyor.
Şık şık...
Ufak ufak kuruyorum ilk hikâyeyi:
Mahallemizin berberi Ali Usta, kirli beyaz önlüğü, suskunluğu ve daima ifadesiz suretiyle ilgimizi çekerdi. Hepimiz onun hakkında bir şeyler bilirdik fakat bildiklerimizi nereden öğrenmiştik emin değilim. Ali Usta anlatmadığına göre kim anlatmıştı? Yoksa ona evimizde, bir Sait Faik kitabının yanında duran (hangisi olsun isterseniz) İnanılmaz Zanaatkârlar Ansiklopedisi’nin altıncı cildinde mi rastlamıştık?
Berber Ali Usta: Babası, dedesi, dedesinin dedesi berberlik yapmış olan bu zat-ı şahane işine duyduğu derin aşktan yola çıkarak berberliği musiki ile birleştirmesiyle ünlenmiştir. Eğer gün olur da Ali Usta’nın berber dükkânının yakınlarından geçerseniz çeşitli makamlarda icra edilen bestelerini duyabilirsiniz.
Şık şık... Şık şık şık...
Enseme tutulan ayna,
Yüzüme geçen ayna,
“Şimdi nasıl?”
“İyi, iyi oldu Ali Usta,” ama bu hikâye girişi içime sinmedi. Evet, sen bu hikâyede de yaşayabilirsin. Parmaklarının saçın yumuşaklığını almasından, tıraşta kendinden geçmenden, ara ara elindeki makasa dalıp gitmenden belli işini ne kadar sevdiğin. Hatta onu bir iş olarak değil de bir yaşama biçimi, kendini ifade etme aracı olarak gördüğün ama bu hikâyede yaşayacaksan onu anlatan başkası olmalı.
“Sakalları da sıfıra vuralım?”
“Tabii.”
Fırça darbeleri,
Sıcak köpük,
İkinci hikâyemiz şu şekilde gelişebilir:
Ulan ben çırak kalacak adam mıyım? Kaç yaşına gelmişim? Sıcak havlu getir, kesilen saçları süpür, çay söyle, eczaneye koş. Kalfalık yine uzak. Zamanı gelince kaçar kendi dükkânımı açarım. Açarım açmasına da hâlâ merak ediyorum Ali Usta’nın geçen hafta anlattıkları doğru muydu diye. Hani yukarda Allah var, ustanın tek bir yalan söz söylediğini işitmedim. Dürüstlükte üstüne yoktur da şu kan taşı meselesi, ne bileyim işkillendim.
Bizim Ali Ustalar meğerse çok çok eskiden savaştan kaçıp da bu topraklara gelmişler. Ali Usta’nın büyük büyük dedesi göçten önce kan taşı yaparmış. Aile geleneğiymiş. Tüm erkek evlatlara öğretilirmiş sır. Öyle geçinirlermiş. Büyük büyük dede buraya geldiklerinde görmüş ki insanlar kan taşı nedir bilmiyor. Akan kanı durdurmak için başka başka zorlu yollar kullanıyor, şaşırmış. Bir yandan da aç kalmayacağız diye sevinmiş.
Hemen işe girişmişler, onlarca kan taşı yapılmış pek çok insana özellikle berberlere satılmış ve...
Yangın,
Kolonyanın keskin kokusu,
“Eline sağlık Ali Usta,” eline sağlık ama ikinci hikâyede de aradığımı bulamadım, anlatmak istediklerimi anlatamayacak gibiyim.
“Günahım!”
“13 lira verseniz kâfi.”
Cebimde kalan bir aylık paramı, iki yüz lirayı uzatıyorum.
“Bozuk yok muydu?”
“Üzgünüm.”
Ali Usta kaderini kabullenmiş bir şekilde önce uzattığım paraya sonra da kapıya doğru bakıyor. O sabahın ilk müşterisiyim, henüz çırak bile gelmemiş.
“Siz iki dakika şurada oturun lütfen, parayı bozdurup geleyim.”
Dediğine uyuyorum. Ali Usta montunu giyip, kasketini takıp çıkıyor. Kapının üstündeki çıngırak çınlıyor. Şimdi ne yapmalı? Üçüncü hikâyeye geçiyorum.
Ali Usta babamla sohbetini kısa sözcüklerle sürdüyor. Asıl ilgisi titizlikle çalıştığı saçlarımda. Şık, şık, şık...
“Bizim oğlan da yazmakla meşgul.”
Tüm ahengi bozan bir duraksama. Makası tutan berberin gizli heyecanı, tutkusu.
“Henüz para kazanamıyor ama olsun, bir yol tutturmuş kendine onun için uğraşıyor,” diyor babam. Yıllar sonra emektar berberine birlikte gitmemizden memnun.
Şık, şık, şık.
“Pek güzel bir uğraş.”
“Belki bir gün beni de yazarsın...”
Tıraşım bitiyor. Parayı ödeyip çıkıyoruz. Bir daha Ali Usta’ya uğramıyorum.
Aylar sonra öldüğü haberi geliyor. Gariptir ki vasiyetinde bana bir sandık bıraktığını yazmış. Toplasan ilki annemin zoruyla olmak üzere çocukluğumda iki, son defaki gidişimi de sayarsak üç defa tıraşa gittiğim yılların emektar berberi Ali Usta ne doğru dürüst sohbet edebildiği ne de büyümesini izleyerek ailedenmiş hissine kapılabildiği benim için ufak bir miras bırakmış.
Tabii ben ne kadar şaşkınsam cenazede karşılaştığım Ali Usta’nın iki oğlu da bir o kadar öfkeli. Dükkân ve iki ev onlara kalmıştı ama sandık... Sandıkla ilgili beklentileri yüksek. Ali Usta’dan başka kimsenin haberinin olmadığı tapular, hesap cüzdanları, hisse senetleri... Hatta Ali Usta’nın paşaların berberi olarak anılan büyük büyük dedesinin antika değerindeki tıraş takımları. Onlara göre hepsi sandıkta. Dışarıdan bir kendini bilmezin, bir yabancının, görsen selam vermeyeceğin bir aylağın bu miras üzerinde ne hakkı olabilir?
Doğru düşünüyorlar. Zaten sandığı da istemiyorum. Onlarca defa söylüyorum ama babam diretiyor. Ali Usta’nın anısına saygısızlık etmemek gerek. Bu yüzden açık ve gizli tehditlere rağmen sandığı alıyorum.
O gece odama kapanıp sandığı açıyorum. İçinden tomar tomar kâğıt çıkıyor. Tapuya, hisse senedine veya para edecek bir şeye benzemiyor. İlkinin başında, “Ön bahçeden esen rüzgâr, çürümüş erik ağacının gölgesini sıyırıp geçti. Mavi demir parmaklıklı pencerenin tülünü uçuşturdu,” yazıyor. Ellerim titrerken iyice sararmış ikinci sayfaya geçiyorum.
Kuş Masalı
annem gitti
ellerinde serin masallar
ardından
izmarit balıkları
kırlangıçlar
kekik kokuları
ve yağmurlar
nicesi çekti gitti
ben gülümsemeler kadınını tanımadım
tanısaydım eminim o da fazla durmazdı
artık şuracıkta
seslenecek kimse yok
hikâyeler
kendi kaderini yazmalı
annem gitti
ak göğsünden emdiğim
dört dizeyle yemenisi mirası
neyse ki hareket halinde
mavisi incitilmiş şu gökyüzü
yoksa nasıl inanırdı hala
kuşlar uçtuğuna
Gece boyu tüm yazılanları dikkatle inceliyorum. İncelediklerimin arasında öykülerin, şiirlerin yanında tiyatro oyunları, eleştiri yazıları da var. Demek ki Ali Usta da çoğumuz gibi kaderini başka şekilde tayin etme tutkusuyla yanıp tutuşan, fakat buna cesaret edemeyen insanlardandı. Yıllarca yazmış, yazdıklarını kimseye okutmamıştı.
Çalışmayı bitirdiğimde, sandıktan çıkanları Ali Usta’nın oğullarına göstermeye karar veriyorum. Nasılsa ilgilenmeyecekler. Bana da sandığın içinden çıkanları tekrar tekrar okuyup, çöpleri ayıklamak, gerekirse düzeltmeler yapmak, bazılarını dergilere yollamak kalacak. Dergileri tükettiğimde metinleri tür tür bir araya getirip ilişkilerine veya tahmin edebildiğim kadarıyla, yazılma tarihlerine göre dosyalara ayırıp yayınevlerinin kapısını da çalmalı...
Kapının üstündeki çıngırak çınlıyor.
“Zar zor bozdurdum, kusura bakmayın.”
Önemli değil Ali Usta, unutmadan, eserleriniz hem biçimsel açıdan hem de içerik açısından gayet iyi diyecek oluyorum, tutuyorum kendimi.
“Eyvallah Ali Usta.”
Ali Usta gülümsüyor, sandıkta neler olduğunu bildiğimi anlamış gibi.