
Meltem A. Y.: Tepeler
Tırnaklarına bakıyordu Erdem, tırnakları perde olmuş, siyah beyaz bir filmin flu sahnelerini oynatıyordu. Muavinin Bozyakacı köyüne yaklaştıkları anonsuyla daldığı filmden kurtardı kendini, saatine baktı. Otobüs kasabaya akşama doğru varırdı, fırınların son ekmeklerinin tezgâhlara serildiği, asfalt yolun bitiminde toprak yolun başlangıcındaki köşede, Varlaklardan Rüstem’in fırınından akşam simidinin kokusunun yayılıp yokuşu kapladığı vakitte. Yokuşu tırmanırdı Erdem usul usul, sağ tarafındaki manzaraya bakarak arada bir, caminin ayakta kalan tek minaresinin ardında batan güneşin hüznünden kaçınıp, gözlerini yeniden taşlı çakıllı toprak yokuşa sürerek. Evler seyrelir, aşağıda kalan manzara cılızlaşır, tepenin ardından ay yüzlerinden birini gösterirdi. Erdem yürürdü yokuş yukarı ve tırmanmaktan dizlerinde derman kalmamışken varırdı eve. O ıssızlığa bin asırlık bir inatmış gibi ve o bitmek bilmez yokuşa rağmenmiş gibi tepeye dikilmiş, geniş avlulu, on yedi odalı, balkonlarından reyhanların, şimşirlerin, karanfillerin sarktığı, arkasında uzanan kayısı, incir, erik ağaçlarıyla bir kartpostaldan uçup oraya konmuş gibi duran evin bahçe kapısında soluklanırdı. Çocukluğunu sırtında geçirdiği Çakır’ın yavrusu Tufan havlar, Paşam, Yelda ve taylar kişnerken, Zübeyir soluk soluğa yetişirdi, “Beyim neden haber etmedin?” Girişteki taş yolun ilerisine gelişigüzel park edilmiş kırmızı tozlu pikabı gösterir, “Yorulmasaydın keşke...” diye elindeki çantaya davranırdı. Mutlaka böyle olurdu.
Muavin, “Bozyakacı’da inecek yolcu kalmasın,” anonsunu tekrarlarken koltuğunda doğruldu, terden sırtına yapışmış gömleğini pantolonun içine soktuğu yerlerinden gevşetti. Önündeki fileye iliştirdiği su şişesini aldı, boş. Muavinin yolcuları indirmesini, daha duraklarına varmamış, ineceklere yol vermek için yere bırakılmış valizleri, ucundan çaputlarla birkaç kez bağlanmış çuvalları, omuzlara vurulmaktan pörsümüş bez çantaları tekrar bagaja yerleştirmesini bekledi. Zübeyir elinden çantasını aldıktan sonra seslenirdi mutlaka, “Zarife... Zarife! Kız koş su getir, ayran yap, beyim yoldan gelmiştir.” Zahmet etmeyin demek isterdi Erdem, eksik olma derdi her seferinde, ya da atana rahmet. Sonra ağzından dökülenlere şaşar, ata, rahmet ve eksik kelimelerini geri geri iterdi, işte tam da o sırada görünürdü babası ileride, evin meşe kapısının eşiğinde. Kulaklarına giderdi elleri, küpesini çıkardığından emin olur, saçını sakalını sıvazlar, babasına doğru yürürdü. Annesi koşardı sonra, babasını bir eliyle kapının ucuna iter miydi, etekleri dalgalanır, kolları ve eşarbı savrulmakta yarışırken vurur muydu belli değildi. Babası kapının direğine yaslanır, sırtını dikleştirir, cebinden tespihini çıkarırdı, annesi yarın yokmuş gibi feryatlarla koşardı, “Oğlum! Civanım! Gözümün nuru, kara gözlü kuzum!” Annesiyle kucaklaşır, nefesi kesilene kadar o kucakta kalırdı. Mutlaka böyle olurdu.
Otobüs bir köyün, uğradığı bir toprağın daha kucağından koptu, yola koyuldu. Erdem muavine el etti, su istedi. “Buyur beyim,” diye plastik bir bardak uzatırken muavin, Erdem doğru düzgün teşekkür edemedi, dudağına gelen ilk kelimeleri kovdu, başını eğip elini göğsüne koymakla yetindi. Susuzluğu gidiverdi üç yudumla, ocağından kalma kelimeler gibi. Ocağı yak derdi sonra annesi, terlik getir derdi, banyoyu hazırla, havlu çıkar. Zübeyir ellerini birleştirir eşikte dururdu, “Yelda’yı hazır edeyim mi beyim?” Yelda, Paşam, taylar, Tufan, Zübeyir, Zarife, karanfiller, reyhanlar, odasına dökülen yaprakları ile söğüt ağacı, ışık vurdukça tozdan yer yer parçalı pembe, boz ve kahverengi görünen kırmızı pikap, dövünmediği her an yer yer parçalı bulutlu ağıtlardaymış gibi ellerini, kollarını savurup vuran annesi, herkes özlemiş olurdu Erdem’i. O, bunca özlemin arasından babasını seçemez, sağ elini görürdü ilk, eşiğe yaklaştığında elini alır usulca alnına koyardı, yanağını usulca şakağına vururdu, iki ten tokuşturma, iki saniye tutmaz, etraftaki temaşaya boyun eğer, yiterdi. Mutlaka böyle olurdu.
Otobüs sarsıla devine toprak yollara girdi, çıktı, soluklanmadan, mola vermeden ve içindeki ağırlığı bilmeden taşıdı Erdem’i. Muavin bir sigara daha uzatırken gözlerini kısmış ikindi vaktinin sarı kızılında yanan yola bakan şoföre, dumandan yandı Erdem. Yerinde doğruldu, sırtını koltuktan ayırdı. Erdem terden sırılsıklam olmuş gömleğini soyardı usul usul, su önce soğuk sonra sıcak, vücuduna değer, akardı teriyle birlikte. Yelda sabırsızlanır, Tufan durmaksızın havlardı, kuyruğunu havaya fırlatıp atacakmış gibi salladığını görürdü sanki Erdem. Sular aka aka soğurdu, Erdem buharı tüten suların içinde üşürdü. Sular yetmezdi yıkanmasına. Zeytinyağı sabununu sürerdi vücuduna aceleyle, köpürmesine sabretmez, o sırada aklına şiirler gelir, Lavinia bir yandan çekiştirirdi, Yürümek öbür yandan. Sular akar giderdi, kuraklıktan boğulurdu Erdem. Banyonun dışında ayak sesleri, koşardı birbiri ardı sıra. Sofrayı hazır et, iki lokma yesin öyle binsin, hem suyu kurusun, hasta olur. Şiirler koşar kaçardı birbiri ardı sıra. Bir tek babasının sesini duymazdı, banyodan çıkıp, saçlarını kurularken, aşağıda eşiğe en yakın koltuğun ucunda ayaklarını görürdü bir tek. Sofraya çağrılırken evin beyleri, içinde oyalanan son dizeler de kaçar giderdi. Erdem uysal, Erdem asi, Erdem sürgün, Erdem doludizgin otururdu sofraya, babasının karşısına. Okul nasıldı, ne zaman biterdi, eli ekmek tutsaydı, dur sıkma oğlanı daha ayağının tozuyla. Toz dumana karışır, Erdem doyar, sofradan aç kalkardı. Yelda’ya koşardı Erdem, Yelda tozu dumana katarken, Erdem onun sırtında yerinde sayardı. Mutlaka böyle olurdu.
Daldığı küçük uykudan büyük bir gürültüyle uyandı Erdem. Fren ciyak ciyak bağırdı. Yolculardan bir kadın bebeğini kucağına bastırıyor, erkekler bıyıklarını çekiştirerek ayağa kalkmaya davranıyor, muavin sakin olun, bir şey yok diyerek şoför mahalline koşuyordu. Çocuklar taş atmış diyordu bir teyze diğerine. Neyse bir şey yok diye yerlerine oturuyordu erkekler. Anaları babaları yok mu bunların diye cıklıyordu kadınlar, anarşik bunlar anarşik diyordu hepsi birden. Anarşikler ahaliye taş atardı, anarşikler anaların babaların yüzünü yere getirirdi, anarşikler haşere gibi bir şeydi. “Bu kaçıncı denk geldim!” dedi Erdem’in yanında oturan orta yaşlı adam. “Sırf ben denk geldiğim diyorum bak. Bir keresinde aha ön cam tuzla buz oldu yere indi. Şoför kalpten gidecekti. Yazıktır günahtır. Atacaksın bunları, sallandıracaksın, bak bir daha...” “Bu kaçıncı derdi babası. Kaçıncı? Senin gibi evlat olmaz olsun.” Annesi dövünür, dizlerinde çürümemiş yer bırakmaz, “Bir tek evladım, oğlum,” diye yeri göğü inletirdi. “Atacaklar bir gün içeriye,” derdi babası, “takacaklar ipi boynuna,” koşulsuz infazlara boyun eğdiği yerlerinden aklının, kelimeler gelir, çarpar geçerdi. “Oğlum, kuzum, okumuşsun sen, biz cahiliz, sen iyisini bilirsin elbet, dikkat et ha, başına bir iş gelirse ben nasıl,” derdi annesi, kelimeleri boğazında yırtılır, nasılını getiremezdi. İşte hep böyle olmuştu. Muavin kasabaya yaklaştıklarını anons etti. Kalbinin üzerine denk gelen cebini yokladı Erdem, parmak uçlarını cebine soktu, orada olduğundan emin oldu.
Bitmek bilmeyen yokuşun sonunda, yanına varılmaz, dokunulmaz mağrurluğuyla tepede dikilen eve vardı, Tufan havlamadı, Yelda kişnemedi, taylar artık tay değildi. Zübeyir belini tutarak kapıya yürüdü, önce, “Buyur, kime baktın?” dedi, sonra yaklaştı, gözlerini gezdirdi Erdem’in boyunda posunda. Yutkundu. “Hoş gelmişsin beyim.” Çantasını bırakmadı Erdem, “Hoş bulduk, nasılsın?” Başını önüne eğdi Zübeyir, “Nasıl olalım? Şükür diyelim.” Ağır ağır yürüdüler meşe kapıya doğru. “Sen nasılsın beyim? Kusura kalma, tanımadım, gözlüğüm gözümde değil ya. Bi de...” Onca zaman oldu demek istedi Erdem Zübeyir’i görebildiği ve göremediği her şeyin ağırlığından kurtarmak için. Halkı kurtarmak kötü bir alışkanlıktı, sustu. “Zarife’yi duydum,” dedi, “geçmiş olsun.” “Sorma, garibim bütün gün yatakta. Allah’tan ümit kesilmez beyim, Muzaffer Bey’ime de Zarife’me de şifasını verir elbet.” “Amin,” dedi Erdem, “biz dua edelim, ümit edelim.” Kapının önünde durakladı Zübeyir, “Beyim,” dedi, “sen elimde büyüdün sayılır.” Başını salladı Erdem, bu ayakta durmakta zorlanan beli bükülmüş adam, Erdem’i Çakır’ın sırtına koyar, dünyalar kadar geniş bahçeyi turlatır, yaz güneşinin kavurduğu tepede alnından dökülen terlere aldırmaz, Erdem’in kahkahalarıyla eğlenirdi. “Yanlış anlama. Ben önden bir haber vereyim. Dokturlar ani heyecan, sinir iyi gelmez dediydi.” Zübeyir’in içeriye girişini izlerken Erdem, elini gömlek cebine attı. Fotoğrafı çıkardı. Minicik gözlerin, ağzın, anasına sımsıkı yapışmış kolların, boynunu eğmiş yavrusuna bakan kadının üzerinde gezdirdi parmaklarını. Nasıl derim torunun. Nasıl derim, evime dönmeye geldim. Elini öpmeye geldim. İş bulamadım da geldim. Hapisten çıkınca kimse iş vermedi, elim ekmek tutmadı, okul da bitmedi, öyle geldim. Halkı da kurtaramadım. Anlayacağın bir boka yaramadım baba, yanına geldim. Baba olmaya. Tepeye dikilmiş bir evin, meşe kapısının eşiğinde durup anlat demeye, baba nasıl olunur, günahsız yavrular nasıl doyurulur, dışarıda fırtınalar eserken evde nasıl direk olunur, irice bir köpeğin sırtında bir oğlan çocuğuna bakıp, o çocuk kahkahalar atar, sen dudaklarını oynatmazken asık görünen o yüzün ardında ne hayaller kurulur, sormaya geldim. Oğul büyüdükçe, hayaller nasıl küçülür, oğul büyüdükçe adımlar nasıl uzar, uzar da önce kapının dışına, sonra yokuş aşağıya taşar, tutamazsın. Tut demeye geldim. Hem istersin gitsin hem gittiği yolu bilirsin, istersin dönsün. Döndüm baba. Her oğul tepelerde doğar ve sonra düşer mi? Her oğul, tepelere çıkmadan önce, seninle buluşmaya, ille de düşmeli midir baba? Böyle olur oğulluk, babalık mutlaka böyle olur. Erdem fotoğrafı cebine koydu, meşe kapının direğine yaslandı, Zübeyir’in gelmesini bekledi.