
Jale Sancak: Unutmama Oyunu
Öpüştüler. Kesik başın henüz farkında değildiler. Öpüştüler. Nal sesi ve yağmur. Öpüştüler. Tüyleri, parmakları, omuzları ayaklandı. Su sesi ve sazlık. Birbirlerine sarıldılar. Son öpüşme. Yağmur hızlandı. Sonra çabucak vardılar istasyona.
Sessizlik büyüdü, Neval koltuk değneklerini duvara dayayıp yorgunlukla sandalyeye abandı. Çardakta yalnızdılar o gün, kızıla çalan yapraklar gülüşüyor, büyük halanın ezgileri böğürtlen topluyor, sessizliğe özlemli sesler düşüyordu. Birdenbire öpüştüler.
Akşamın tanrısı usulca indi. Üşüdü Neval, canı yandı. Unutma bu oyunu icat eden sensin ve bu da bütün oyunlar gibi, evet, bü- tün oyunlar gibi kışkırtıcı.
Adam atıyla gelip her gece evin etrafında dolaşıyor, ağlıyor, umarsız, bitkin yalvarıyordu. Deli diyorlardı adam için. Anne, o gelince kaçıp odasına kapanıyordu. Hala, anneyi yatıştırmak için yarım bardak suya Koral damlatıyordu her gece. Uyku her gece dağılıyordu.
Bu unutmama oyununu icat eden sensin Neval. Parmağına mahsus iğne batırıp ağlayan da akşamın tanrısına teslim olan da. Anne on beş yıldır unutmak için usul usul çıldırıyor, sense unut- mamak için.
Koltuk değneklerinden biri kayıp düştü. İçeriden düşen başka bir şeyin sesi geldi aynı anda. Titredi Neval. Bir kez daha yoruldu. Hayatın bütün güzel gizleri o öpüşmede kaldı. Dudaklarında bir böğürtlen tadı.
Her şey uzak şimdi, yabancı.
Şimdi her şey bu unutmama oyununda.
Tren şehre doğru hızla aktı. Yel ve ayrılık. Ardından gizlenen bir yas, birkaç satır bir mektup, kırık dökük. Bir fotoğraf, güz alacasında uyuyan yüzü gölgeler içinde, mahzun... Nal sesi ve yağmur eskirken parmağının ucunda bir kan damlası, bir böğürtlen tanesi...
O yaz sonu anne durmadan uykusuzluk örüyordu. Çarpıp kırıyordu her şeyi. Yel, bağ evine gece boyunca vuruyordu. Adam kapının önünde öfkeli, sabırsız. Büyük halanın sesiyse titrek, hüzünlü, “Zavallının kızı ırmakta kaybolmuş...” Anlaşılmaz şeydi halanın üzüntüsü, “Sonra da ahırlarda başlayan yangın bütün çiftliği sarmış.” Adama değil de kendisine acıyordu sanki. Anne gelirken anlatmıştı, halanın kocası bir kadınla kaçmış. Oğlu o zamandan beri dalgın, suskun, gencecik lâkin yorgunmuş.
O adam âşık olmasaydı anneye...
Dede öfkeyle mushafı bırakıp silaha sarılıyor, “Bu adam çılgın,” diyordu,“deli bu!” Hala, babasının önüne dikiliyordu “Belki de kızının ölümü değil aşk delirtmiştir onu.” Aşk insanı delirtir mi? Anne telaşlı, tedirgindi, “Hemen, hemen gitmeliyiz buradan!” Sonra hızla yolculuk hazırlığı. Nal sesi ve yağmur. O son öpüşme. Kısacıktı.. Yarım kaldı. O acılı adam olmasaydı.
Akşamın tanrısı buyurunca perdeler hızla örtüldü. Ayak sesleri kapıya yaklaştı, uzaklaştı sonra. Karşıki evlerde avizeler ışıklandı, hüzün belirdi, aynalara kırılgan yansılar vurdu, ürkek suretler. Coşku hep eksik. Neval, gözlerini kapattı, “N’olur söyleyin ona, böyle değildim ben!” Adamın sözleri odada balkıdı kezlerce ,“Söyleyin ona, n’olur, bir vakitler ben...” O irkiltici ses, o ağlayış, yalvaran ses yeniden sardı Neval’i. Başka bir hayat yaşayabilseydin bu oyunu oynar mıydın? Sandalyeye çöküp umutsuzca değneklerden birine uzandı. Hala, onları görmüştü. Neval ile oğlu çardakta birbirlerine sarılmış öpüşüyorlar.
Adam o akşam oraya bir ceset getirdi. Kanlar içinde. Doru bir at.
Sonra her şey uzak, yabancı.
Akmak isteyip de bir türlü akamadığı odaların iç çekişiyle sarsıldı Neval. Karşı pencereler, perdelerin arkasındaki yüzler, merak ettiği, hikâyeler uydurduğu hayatlar, açılan mesafeler... Hepsi, her şey uzak!
Zamanla her şey eskidi, bir tek o ânın dışında her şey. Sen hatırladıkça o âna kilitledin kendini. Unutmama oyununa sarıldın. O geçmiş yaz sonuna. Kahve değirmeninin mırıltısı ve masum hikâyeler. Halanın saçlarında gezinen elleri, su sesi ve kolan vuran salıncak. Anne uzak, Halanın elleri sıcak. İlkin yaz konuğundan ötesin. Ölen kardeşin yadiğarı. Özlenensin. Sonra bakışlarınız öpüştükçe, Halanın elleri saçlarında dondu. ’Kardeş sayılırsınız siz…’ Kapıya dayanan adamı anlayan Hala, oğlunu da yitirmekten korktu.
Yüreğindeki sıkıntı amansızdı. Sınav kâğıdın bomboş. Bir an önce eve dönmeliydin, Anne uzun süre yalnız kalmamalıydı. Bütün hapları içebilirdi. Dışarıda tipi hoyrat, deniz hırçın, uğultular, uluyan köpekler… Silinmekten yırtılan boş kâğıdı verip çıkmıştın. Şehir kar altında, sessizdi. Adını çağıran bir ses duydun, dönüp baktın, kar tanelerinin içinden sana doğru geliyordu, tam üç yıl sonra. Boyu daha da uzamış, sanki değişmiş biraz, sakal bırakmış, yüzü rüzgâr yanığı. Atın cesedine benzeyen kalbin atmaya başladı. Buz tutmuş kaldırımda ona doğru koştun. Ayağın kaydı birden...
Duvarları çiğ beyaz bir odada uyandın, kolunda incecik, şeffaf hortumlar, annenin yüzü karmakarışık... Doğrulup kalkmak istedin yataktan, kıpırdayamadın. Sakat bırakan sanrıyı belleğine o an kazıdın.
Anne bütün gece dolaşıyor, boyna bir şeyler arıyor, durmadan, durmadan arıyor. Kapı çalınıyor bazen, birileriyle konuşuyor. Yattığın yerden kimin geldiğini soruyorsun, hiç kimse diyor, hiç kimse...
Hiç kimse!
Uzayan bir veda, faytoncu sabırsız, çocuk cezalı, kız yeniden yaz konuğu.
Ağlamaklı fısıldıyor,
“Sakın bir şey söyleme! Hoşcakal!”
Neden kimse gelmiyor?
Saatlerin tanrısına inat bir şey yapmalısın Neval, sol bacağın- daki inatçı ağrıyı dinleme, tek değnek yetmez mi, kalk, pencereyi aç, sokaktan geçen birini çağır, kendinle değil onunla oyna. Anne izin vermez ki... Kimseyi almaz içeriye. Anne ve o, bir ağrı bıraktılar bana, sadece bir ağrı!
Anne iki bardak ıhlamurla geldi. Karşısına oturdu. Adam sonunda atının başını kesmiş, kapılarına bırakmıştı. Tren kanatlanmıştı sanki. Yağmur dindiğinde artık çok uzaktaydılar. O son öpüşme, çardak, sık yaprakların gizlediği kaçamaklar düş gibiydi. Sırdaş kedi, geceleyin kilerde fısıldaşmalar, toy kucaklaşmalar, tümü. Şehirse bir kâbus. Evde kimse beklemiyordu onları, kimse karşılamayacaktı. Babasız bir evdi artık, soğuk, ıssız, ürkütücü. Nasıl alışılacaktı bir atın cesedine, ayrılıklara, ölümlere
Alışılmıyor. Ihlamur bacaklarını yakıyor.