
Fuat Sevimay: Çin Günleri III
Çin’e dair bir önceki yazımda, Çin’i anlamak mümkün değil dedim ama ülke yine de size, geçmişine dair izler sunuyor.
Komünist dönem ki burada 1949 – 1989 arasını kastediyorum, ülkede lehte ve aleyhte izler bırakmış. Şu an ülkeyi yine adı Komünist olan dev bir parti yönetiyor ama Çin’in son otuz küsur yılına baktığınızda, hâkim ideolojiden uzak, sosyalizm ile kapitalizmi tuhaf bir şekilde harmanlayan, sıkı kontrol üzerinden ilerleyen bir iktidar söz konusu. Bilindik anlamda seçimli bir demokrasi yok ama parti içinde seçimler ve sair var. Neyse, bunlar sıkıcı konular. Ben 49 – 89 arasının bakiyesine dönmek istiyorum.
Bu dönem, açlık kıtlık ve zor koşullarla birlikte, paylaşımcı ve halka yansıyan bir bilinç de bırakmış. İnsanlar, asgari düzeyde dahi olsa temel ihtiyaçlarını devlet eliyle karşılayabiliyor. Mesela köylerde, yaşlılar başta olmak üzere, geçinme imkânı olmayan insanların, 2 yuan karşılığında (yaklaşık 9,-TL) iki öğün yemek edinebildiğinden bahsettiler. Kentte, batı kentlerinin aksine hiç evsiz görmüyorsunuz. Büyük kentlerin dışında örnek köyler oluşturulmuş. Henüz her yerde değiller ama niyet güzel ve yayılmaya devam ediyor. Bunlara, ulaşımın oldukça ucuz ve gelişen teknolojiyle birlikte hayli hızlı ve konforlu olduğunu da eklemek gerek. Türkiye’de 1950 itibariyle pompalanan kara taşımacılığını düşününce, insan buradaki tren yollarına gıpta ediyor. Şangay merkezde metronun oldukça uygun fiyatlı olması gibi, şehirlerarası ulaşımda da trenler hayli elverişli.
İşte bu trenlerle birkaç kez Şangay dışına çıkma şansımız oldu ki gittiğim yerlerin en güzeliyle başlamak istiyorum.
Beş günlüğüne Şangay’ın trenle üç saat güney batısındaki, dağların arasında harika nehirlere ev sahipliği yapan Zhesiang Bölgesi’ne ve özellikle de buradaki Lishui kentine gittik ki bu kelime zaten Hoş-Su anlamına geliyor.
Böyle bir bölgeye geldiğinizde Şangay’a kıyasla Çin’i ve Çin yaşam şeklini daha derinden anlıyorsunuz. Bölgede dünyanın en büyük monolit kayası yer alıyor. Görüntüsü olağanüstü. Hemen yakınındaki, dağların arasındaki dev kayalara oyulmuş konser alanından etkilenmemek mümkün değil. Aynı bölgedeki Tao Tapınağı da görmeye değer.
Sıra geldi tüm Çin’de kalbimi bıraktığım yere. Lishui’de, etekleri pirinç ve çay taraçalarıyla kaplı yüksek dağların arasındaki Chenjiapu Köyü, yakın zamanda restore edilmeye başlanmış. Yaşamın devam ettiği Çin mimarisiyle bezeli evler ve daracık sokakların arasında sizi çok hoş birkaç küçük otel, sevimli kafeler ve en güzeli, nefis bir kitabevi – Librairie Avantgarde - karşılıyor. Bulutların arasında Çin’in ruhunu solumak için harika bir yer.
Daha sonra Lishui merkezde, nehrin kenarında nevi şahsına münhasır bir otelde kalıp, çok yakınındaki, Hanlıklar döneminden kalma tarihi bölgeyi ve köyü ziyaret ettik. Çinliler ilginç bir şekilde tarihten bahsederken yüzyılları anmak yerine, olayları hep farklı hanlıkların adıyla anıyor. Ve bu gezinin her kısmında bölgenin yazarları bize eşlik etti ve şiirlerin okunduğu, şerefe kadeh kaldırılan akşamlar yaşandı.
Burada, Çin’in “Yazar Örgütlenmesine” bir parantez açmak istiyorum. Lishui’de gittiğimiz her yerde bizi, o il ya da ilçenin yazar örgütü başkanları karşıladı. Sonra bunu anlamaya çalıştık. Devlet, her bölgedeki yazar örgütlerine destek veriyor ve bu yazar ya da şairler, bölgenin belgesel tarihini kaleme almakla birlikte kendi metinlerini de oluşturuyorlar. Bu ilk bakışta harika bir yapılanma ve yazarlar açısından büyük bir fırsat gibi görülebilir. Ama elbette hikâyenin arkasında komünist gelenek de var. Kimin ne yazdığı ne yaptığı kontrol altında. Bu hemen akla bizdeki yandaş muhafazakâr yazar kitlesini getiriyor. Yazarın yaşam şekli, siyasi görüşü, inancı beni ilgilendirmez, metnine bakarım. Ama yazarların bir yapılanmanın, partinin uzantısı olması ne kadar sağlıklı? Yunus Emre Derneklerinin kapısının sırf Ahmet ile Ayşe’ye (isimler rasgele seçilmiştir ama temsili Ahmet ve Ayşeler kendisini bilir) açık olması üzüntü verici. Partinin ya da şu bu siyasi görüşün yazarı olmaz. İster komünist olsun isterse siyasal İslamcı. Ya da geçmişte sosyal demokrat. Dünya bu işleri bir kenara bıraksa artık.
Şangay dışına yaptığımız bir başka yolculuk da kentin 50 kilometre kadar güneyindeki Jingshan Bölgesi’neydi. Açıkçası buraya gitme amacım, Çin’e kadar gelmişken, okyanus kıyısındaki bu ülkede denize de girebilmekti. Ama sözü fazla uzatmayacağım. Çin’in dağları, ırmakları, gölleri ne kadar büyüleyici ise, denizi o kadar sevimsiz. Bir plaj düşünün ki denize, elli santimin ötesinde girmeniz yasak. O elli santim de boz bulanık bir su. Hiç gerek yok.
Bir başka gün, Şangay’ın bir saat kuzeyindeki bir mahallede, her ikisi 75 yaşında, Çinli yazar çiftle tanıştık. Hanımefendi romancı, beyefendi ise “çay yazarı” idi. Çay yazarı ne demeyin. Zaten bildiğimiz Çin çay kültürüne az sonra biraz değineceğim. Ama bu çiftle ilgili iki şey söylemek isterim. Birincisi, bir toplumun insanlarının ev halini görmek, o toplumla ilgili ufkunuzu açıyor. Sıcakkanlılıklarını hemen hissedebiliyorsunuz. Bu yapmacık, durum gereği bir sıcaklık değil. Çok samimi, bizim konukseverliğimizi andıran bir hal. Ve bu çiftin, mütevazı ama incelikle döşenmiş evleri, ayrıca o hoş, sıcacık halleri bana hayaller kurdurdu.
Yine bu çiftle birlikte, Şangay’ın en büyük Konfüçyüs mabedine gittik. Konfüçyüs, özellikle devlet yönetimi ve toplumsal yapıya getirdiği yaklaşımla Çin tarihinde çok önemli bir isim. Ama peygamber değil. Ve zaten Çin’de baskın bir din de yok. Şangay merkezde, Budist mabedinden kiliselere, camilerden sinagoga varana dek her dinin kendi inanç alanları var. Ama bu, bizde veya Batı kentlerinde olduğu gibi kentin meydanını veya tepelerini kaplayan bir unsura dönüşmemiş. İnanca saygı var ama o kadar. Dinin kimsenin sopası olmaması, bireysel boyutta yaşanması da sağlıklı. Peki, yine de bu insanların inandığı bir şey yok mu derseniz;
Bence Çinliler çaya inanıyor, hatta çaya tapıyor. Çay içmenin ötesinde, çay seremonilerinin ayine dönüştüğü zaman dilimleri var. Kahvaltının yanında veya yemeğin öncesinde içilen türlü çeşit çay, bir içecek olmanın çok ötesine geçip insanların ruhuna nüfuz etmiş. Hayatımda çay önemli bir yer tuttuğu için bu bana çok iyi geldi. Ve az önce andığım “çay yazarı” beyefendi de ekiminden hasadına, içiminden geleneğine varana dek çayı anlatıyor.
Şangay’a gelir ve kent merkezinde canınız sıkılırsa size harika bir önerim var. Waterworld veya Çince ismiyle Zhujiajiao’ya gidin. Buraya, kent merkezinden bineceğiniz 2 numaralı metro hattı ve sonrasında 17 numaralı hatta aktarma ile yaklaşık elli dakikada ulaşıyorsunuz. İstasyondan indikten sonra beş altı dakika yürüdüğünüzde sizi, bir derenin etrafına kurulmuş sağlı sollu sokaklarıyla şirin bir yerleşim karşılıyor. Dere boyu kafelerde keyifli zaman geçirebilir, çok sayıda seçenek sunan dükkanlara bakınabilir, buraya özgü kemerli köprülerden tarihi Çin evlerinin hoş manzaralarını yakalayabilirsiniz. Buranın Şangay’a göre daha bir Çin koktuğunu söyleyebilirim. Şangay ne kadar dünya metropolü ise, burası bir o kadar Çin. Hem kasabanın hayat tarzı hem de yemek yerken flütüyle yanımda bitiveren, Konfüçyüs’ün gençliğini andırıp hoş ezgiler çalan beyefendinin bende bıraktığı izlenim bu.
Bitirmeden önce, yine Şangay’ın bir buçuk saat kadar dışındaki Songnjang’dan bahsetmek isterim. Burası bir örnek köy. Köy deyince aklınıza bizdeki gibi bir yapılanma gelmesin. Eli yüzü düzgün evler, bu evlerde yaşayan ağırlıkla yaşlı ama bir yandan da köye dönüşü teşvik edilmiş genç insanları barındırıyor. Ve etraflarında uçsuz bucaksız tarım arazileri. Köyün merkezinde, farklı yaşlara eğitim verilen sınıflardan, kliniğe, yaşlı bakım evinden kreşe varana dek birçok unsura ev sahipliği yapan bir sosyal merkez var. Bize uzun uzadıya buradaki sistemi anlattılar. Bu yapılanma dev ülkenin tamamına yayılmış değil ama yine de etkileyici.
Bu yazı dizisinin sonunda, Kalem Ajans’tan sevgili Nermin ile birlikte, Şangay’ı keyifli kılan üç harika kadına teşekkür etmek isterim. Peiuha, Haiyan ve Dan; sonsuz teşekkürler. Kendimi sayelerinde Çin’in parçası hissediyorum. Dönüşte, havaalanındaki pasaport kontrolündeki polislere fevkalade kızgın olmama rağmen, üniformalıların sergilediği saçma tavır, Çin’in sıcakkanlı harika insanlarının yarattığı duyguyu alt edemedi. Çünkü aslolan insan!
Bu arada yazı dizisinin sonu dedim ama haftaya bir de küçük şiir var ve şiirin konusu burada teşekkür ettiğim Çevirmen Dan’i de kapsıyor. O yazıda görüşmek üzere.