
Fuat Sevimay: Çin Günleri II
Biraz da Şangay’ın - ki yine Çin diyemiyorum çünkü ülkeyi anlamak zor - kültür sanat, spor boyutundan bahsetmek isterim.
Şangay’da olduğumuz dönemde Şangay Sanat Festivali’nin yirmi üçüncüsü gerçekleşiyordu ve benim de iki muhteşem gösteriye gitme şansım oldu. Gösterilerle birlikte gösterilerin gerçekleştiği salonlardan da bahsetmek gerek. İlk gösteri Shanghai Culture Square’de gerçekleşen ve Song Hanlığı zamanından kalma geleneksel bir aşk hikâyesinin olağanüstü Çin danslarıyla sergilendiği Azure After the Rain idi. Çin, geleneksel hikâyelerini derinleştirmeyi seviyor. Bunu birçok sanat dalında gözlemleyebiliyorsunuz. Diğer gösteri ise ünlü Rus grup Bolşoy’un, Shanghai Grand Theatre’da gerçekleştirdiği Spartacus idi. Bolşoy zaten malum, gösteri de muhteşemdi. Ve bu salon olağanüstü güzeldi. Ama ben bir başka konudan, işin siyasi boyutunu tamamen bir kenara bırakarak bahsetmek istiyorum.
Rusya’nın Ukrayna işgali her türlü eleştiriyi hak ediyor. Daha beterini İsrail, Filistin’de gerçekleştiriyor. Bunları her düzlemde eleştirmemiz gerek. Ne var ki batılı organizasyonların Rusya’yı sanatın, sporun dışına itmesi, mesela son olimpiyatlarda katil Netenyahu’nun İsrail’inin yer almasında beis görülmezken, batılı ülkelerin Çehov’u Çaykovski’yi yasaklamaya kadar gidecek akıl tutulması ve ikiyüzlülüğü komediden başka bir şey değil. Oysa sanat ve spor, barışın ve iletişimin yolunu açar. Bu açıdan da bana burada Rus sanatçıları görmek iyi geldi. Sanat savaşın önündeki en büyük engel, barışa giden yolun mihenk taşıdır.
Bu iki gösteri tıka basa doluydu ama yine de Şangay’ın sanatla ilişkisine bir çekince koymak istiyorum. Müze ziyaretlerimde, harika eserlere rağmen kalabalıklar göremedim. Belli bir program çerçevesinde otobüslerle getirilen gruplar, gerçekten meraklı çok az sanat izleyicisi ve bir miktar turist. Burada yedi sekiz kitapçı gezdim. Orada da durum pek farklı değildi. Türkiye’deki sanat ve kitap kültürünün daha iyi seviyede olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Çin’de edebiyat sanat, sanki biraz daha seçkin bir zümreyle sınırlı gibi ve halkın geneline pek yayılmış değil. Bu elbette çok küçük bir gözlemin çıkarımı. Ama buna, çok sevdiğim Yan Lianke başta olmak üzere, Çinli yazarların kimi kitaplarının yasaklı olması halini de eklemek gerek.
Ayrıca Shanghai Normal ve Fudan Üniversitelerinde iki ayrı söyleşi yaptık. Öğrencilerin ilgisi çok güzeldi. Ama soru cevap kısmının hocaların kontrolünde olması ilginçti. Biz gençleri soru sormaları için cesaretlendirmeye çalışırken, hocaların sürekli araya girmesi aklımın bir kenarında.
Öte yanda Çin’in son olimpiyatlar dahil olmak üzere spordaki başarısı malum. Kültür sanat alanındaki mesafenin tam aksini spor için söyleyebilirim. Bu başarı sadece sporcularla sınırlı değil, Çin halkı da sporu benimsemiş, günlük hayatlarına katmış halde. O zaman insanın aklına bir başka soru geliyor. Devlet rejimi, güçlü ülke imajına katkı sunacak spor ile insanların sorgu alanını genişletecek sanata karşı farklı mı yaklaşıyor acaba? Birincisi yani spor için gerekli zemin yaratılırken, ikincisi yani sanat hafif geçiştiriliyor, belli bir alana mı kısıtlanıyor?
Sanatın seçkin oyuncağı olması hep canımı sıkan bir mevzu olmuştur. Bu bazı alanlarda ülkemiz için de geçerli. Neyse, biz keyifli konulara dönelim.
Daha önce belirttiğim gibi, Şangay birçok konuda dünya liderliği bayrağını devralabilir. Burada Moda Haftası kapsamında bir de defileye gitme şansımız oldu. Anladığım bir konu değildir, o nedenle ahkam kesmeyeceğim ama Paris, Milano, New York defilelerinin kıyafetleri palyaçodan hallice hale gelmişken, buradaki yaklaşım bana çok güzel geldi. Yalın zarafet doğru tanım olabilir.
Çin hikâyesine, Şangay’ın biraz dışına çıkacağımız bir makale ve yazdığım bir şiirle - şair değilim, aman şair dostlar kızmasın ama şiirin yazılma süreci, sebebi ve çevirileri ilginç, o nedenle paylaşmak istiyorum - devam edeceğim ama Şangay gözlemlerinin bu kısmını şimdilik Bund ve gökdelenlerle bitireyim.
Şangay’ın en görsel noktalarından birisi, Huangpu Nehri’nin kenarındaki Bund. Özellikle akşam saatlerinde, kent ışıklarını kuşanmışken, nehrin bir tarafındaki Viktoryen dönem tarzı binalar, karşıda Pudong Yakası’ndaki dev gökdelenlerin rengarenk hali birçok insanı büyülüyor. Bund’a açılan Nanjing Caddesi’ni İstiklal Caddesi gibi düşünün. Ben sıcaklığıyla İstiklal’i her zaman yeğlerim ama buranın cıvıl cıvıl hali de ayrı güzel. Gelelim karşı yakaya ve gökdelenlere;
Shanghai Tower dünyanın ikinci yüksek binası. 130 küsur kat falan. Dünyanın en yüksek kitapçısı ve en yüksek oteli (galiba) bu kulede. Hemen hemen en tepesindeki gözlem katının manzarası etkileyici. Bu kulenin hemen yanında, en az onun kadar heybetli başka gökdelenler de var. Az önce yazdığım gibi, birçok insanı bu manzara büyülüyor ama ben o büyülenenler arasında değilim. Tam tersi, bunca gelişmiş bir kentin kendini ifadesinin “en – en” boyutunda kalması beni rahatsız etti. Bir çöl şirketi olan ve sırf petrole ve kapitalist tüketime sırtını dayamış Dubai, kendine paye çıkarmak için en yüksek gökdelene ihtiyaç duyabilir. Peki ya derin geleneğiyle Çin ve Şangay? Burada bu eleştiriyi getirdiğimde ve bu nedenle Pudong’u sevmediğimi söylediğimde bazı Çinli dostlar bozuluyor, ne kadar güzel ve heybetliler, görmüyor musun, diyorlardı. Görüyor ama görmek istemiyordum. Göğü delmeyi bırakıp toprakla dost olsak? Neyse ki beni anlayan Çinli dostların sayısı da hayli fazla.
Fransız yazar Guy de Mauppasant, Eyfel Kulesi’nin yapımına, Paris’e gölge düşürür diye hep karşı çıkmış. Ama kule tamamlanınca da vaktinin çoğunu, kulenin tepesindeki kafede geçirir olmuş. Üstat, bu ne çelişki, diye sorulduğunda, ne yapayım, bu çirkinliği görmediğim tek nokta burası diye cevaplarmış. Benim durumum da pek farklı değil. Şangay Kulesini ve Şangay genelinde göğün betona çeliğe bulanmış halini “çirkin” diye tanımlamak istemem. Daha ziyade rahatsız edici diyebilirim. Ne var ki Mösyö Mauppasant’ın dönüp dönüp Eyfel’e gitmesi gibi, benim de birisi meraktan, diğer üçü iş gereği bu kuleye ve kitapçıya çıkmam gerekti.
Tamam, peki, negatif adam olmayı bir kenara bırakayım. Kulenin 52. katında bir kitapçının (Duoyong) olması her halükârda ilginç fikir. Tek derdim, keşke orada içilen kahve, çay kadar da kitap alsalar.
Çin’de veya en azından Şangay’da kadın olmak meselesini anmazsam olmaz. Elbette kısacık iki ayın gözlemi ve işin farklı boyutları da vardır ama şuna hayran kaldım; Şangaylı kadınlar, genci yaşlısı, yoksulu varsılı, hayatın her anında ve her yerindeler. Bunu metrolarda, sokaklarda, çalışma ortamlarında ve kentin ruhunda hissedebiliyorsunuz. Sokak, kadının ve erkeğin büsbütün eşit olduğu bir alan. Ve ben buna çok gıpta ettim. İşte Çin’in siyasi tarihinde, bu hayata ortak olma halini her ne sağladıysa keşke bize ve tüm dünyaya da yayılsa.
Şangay seyahati yazı çeviri açısından da hayli verimli geçti. Türkiye’de başladığım bir romanı, Bata Çıka Devlet’i orada bitirdim. Gayet Dergi’de tefrika edeceğimiz Demokratik Hacı Dayı romanının fikri de Şangay’da geliverdi ve fikri o kadar sevdim ki o da hemencecik çıktı. Çin, Bulgaristan ve Vietnam’dan sıkı öyküleri Türkçeye çevirdim. Az önce bahsettim ve bu dizinin sonunda da paylaşacağım, hayatımda ilk kez İngilizce bir şiir yazdım ve onu Türkçeye çevirdim. Değerli çevirmen dost Li Dan de onu Çinceye çevirdi ki şiirin baş karakteri zaten kendisi. Şiirde baş karakter oluyor muydu Haydar Ergülen Abi’m? Cahilliğime ve düz yazıcılığıma ver :))
Bana ne senin yazdıklarından diyebilirsiniz ki haklısınız. Ama şunun için uzattım; oradayken, bir de Şangay’da geçen öykü yazdım. Aslında Gör Bağır kitabımdaki Sonunardı öyküsünden esinlenen bir şey demeli. Ve bu öyküde de bitkiler gökdelenlere ev sahipliği yapan Pudong’u ele geçiriyor.
Ben insanlar, kentler, ülkeler doğayla barışsın istiyorum. Kadınların hayatın merkezinde yer alması gibi, doğanın da kent süsü olmakla sınırlı kalmaksızın, bir nevi işgal ettiğimiz kent habitatının doğal parçası olmasını, kentin de ötesine uzandığımızda, doğayı mahvetmediğimiz bir dünyayı arzuluyorum. Bu nedenle bir sonraki Çin yazısında biraz doğaya, Şangay’ın dışına, Çin’in içerilerine uzanacağız. Çünkü orada harika dağlar, ırmaklar, ovalar bizi bekliyor.