
Fuat Sevimay: Çin Günleri I
Şangay Yazarlar Birliği’nin davetiyle gerçekleşen iki aylık Çin seyahatimin hikâyesi tuhaf bir şekilde Fransa ile başladı. Şöyle ki;
Yaklaşık iki yıl öncesinden, 2024’ün Eylül ve Ekim ayları için, Fransa’nın St. Nazaire kentinden bir yazar evi daveti almıştım ve bu seyahatin hazırlıklarını yapıyordum. O ara, Mayıs ayında, sevgili Nermin Mollaoğlu, Fuat, Şangay’a gitmek ister misin, diye sordu. Kim istemez ki! Elbette, ne zaman dediğimde, Şangay Yazarlar Birliği programının, benim Fransa hikâyesiyle birebir çakıştığını öğrendim. Ne yapsak ki dedim Nermin’e. Bence Şangay’a git, dedi. Uzun uzadıya, yaklaşık beş saniye kadar düşündüm ve tamam, dedim, Şangay’a gidiyorum.
Sonra hikâye batıdan doğuya kaydı. Dünyanın ekseninin yavaş yavaş batıdan doğuya kayması gibi.
31 Ağustos’ta bu mega kente vardığımda karşılaştığım ilk sorun, Türkiye’de ve batı ülkelerinde alışık olduğumuz sosyal medya ağlarının, gmail, whatsapp, instagram, facebook ve sair uygulamanın burada erişiminin olmamasıydı. İtiraf edeyim, ben de teknoloji özürlüyümdür. Öyle olunca bir süre iletişim sorunu yaşadım, herhangi bir şey paylaşamadım, zor haberleştim. Hatta Nermin sessizliğimden dolayı kuşkulanmış olacak ki pişman mısın, diye sordu. Hayır, dedim, iletişim sorunu dışında her şey harika.
Şangay gerçekten harika bir kent. Şangay Yazarlar Birliği’nin organizasyonu da dört dörtlüktü. Onlara geleceğim ama önce sizi 22 yıl öncesine götürmek istiyorum.
Şangay’a ilk kez 2002 yılında, burada çalışan bir arkadaşıma, gelmiştim. Ve birkaç günlüğüne, hani şu üçüncü olduğumuz Güney Kore – Japonya ortaklığındaki futbol dünya kupasındaki Türkiye – Çin maçını izlemek için Seul’e gidip dönmüştük. O zaman Şangay bende, aklımda eski fotoğraflardan yer etmiş Çin’den farklı, hızla gelişen bir kent izlenimi bırakmıştı. Seul’e giderken, kaldığımız dairenin az ötesinde başlayan bir kavşak inşaatı, üç gün sonra döndüğümüzde tamamlanmıştı ve üzerinden vızır vızır arabalar geçiyordu. Kentin çehresi günden güne değişiyor, Şangay bir batı kentinin çağdaş görünümünü kuşanıyordu. Maçı 3-0 kazanmamızın ya da İlhan Mansız’ın karizmatik görüntüsünün etkisiyle midir bilmem, yine de Türkiye’nin Çin’e kıyasla hayli ileride olduğunu düşünmüştüm.
Bu gelişimizde ise içimi değişik duygular kapladı. Memleketimizin, tek adam rejimi nedeniyle her alanda çok kan kaybettiği malum ve zaten bu yazıda böyle bir siyasi kıyas da yapmak istemiyorum. Ama Şangay’ın olağanüstü bir dünya metropolü haline dönüşmüş olmasına ancak şapka çıkaracağım. 20. yüzyılın başında New York’un dünya başkentliği bayrağını Paris’ten devralması gibi, yakın gelecekte bu bayrağı Şangay devralırsa hiç şaşırmam. Teknolojiden modaya, bankacılıktan spora bir dolu şeyin kalbi artık sanki burada atıyor gibi. Ve Şangay’ı görmek, geleceği anlamak için de müthiş ilham verici.
Buraya kadar bolca Şangay anmakla birlikte, Çin’den pek bahsetmediğimin farkındayım. Çünkü Çin’i anlamak, hele hele anlatmak diye bir şey olduğunu sanmıyorum. Farklı insanlara ev sahipliği yapan, siyasi yapısı hayli ilginç bu dev ülkeyi anlamak Çinliler için dahi zor olsa gerek. O nedenle ben dilim döndüğünce Şangay’ı anlatacağım ama yine de küçük bir fikir versin diye, Çin’in yakın tarihteki üç aşamasını hatırlatmakta fayda var diye düşünüyorum.
Hanlıklar ve kolonizasyon döneminin ardından, 20. yüzyıl başında milliyetçi hükümet dönemi yaşanıyor. Çin’in yavaş yavaş dönüştüğü, Şangay başta olmak üzere büyük kentlerin geliştiği ama imtiyazların ve ticaretin halen batılı şirketlerde olduğu bir dönem. Sonra Mao Zedung’un başını çektiği devrim başlıyor ve 1949’da Çin Komünist Partisi yönetimi devralıyor. Ardından kırk yıllık dikta yaşanıyor. Zor yıllar. Kültür devrimi bir yanda, ekonomik sorunlar bir yanda, Tayvan meselesi bir yanda. Hemen arada Mao’nun Çin’de ilginç bir figür olduğunu söylemeliyim. Çin’deki birçok mevzu gibi açıktan konuşulmuyor ama seveni çok olmakla birlikte sevmeyenleri de var gibi. Sonra, 1989 Berlin Duvarı hikayesiyle birlikte, halen ismen Komünist Parti’nin iktidarda olduğu ama kapitalizmle harmanlanmış, ülkeye bugünkü yapısını kazandıran döneme geçiliyor.
İşsizliğin, barınma sorununun neredeyse hiç olmaması kadar, sokaklarda cirit atan süper lüks arabalar da Çin’in hikayesi. Sabahın köründe sokaklara dökülüp işe giden on binlerce baretli, sarı yelekli insanın yanı sıra, süper gökdelenlerdeki finans ya da teknoloji şirketlerinden akşam saati oluk oluk boşalan, şık şıkıdım beyaz yakalıları da görüyorsunuz. Dedim ya, siyaseten ve yönetim şekliyle tuhaf bir harman yaşanıyor Şangay’da ve Çin’de. Anlaması zor.
Pekâlâ, Şangay’a dönelim;
Tek kelimeyle olağanüstü bir kent. Bu yaşıma kadar kırk ülke ve bizimkiler dahil yüzlerce kent gördüm ki bunların arasında yirmiye yakın büyük kent sayabilirim, Şangay şehir planlamasıyla hepsinin önüne geçiyor. Her boyutuyla planlaması bu kadar düzgün çok az kent vardır.
Fevkalade metro ağıyla kentin her noktasına kolayca ulaşabiliyorsunuz. Yürüyüş yolları, parklar çok düzenli. Tüm bunları elbette biraz da kentin dümdüz yapısına borçlular. Yangtze Nehri’nin (Sarı Nehir) deltasında yer alan bu ticaret ve liman kentinin deniz seviyesinden ortalama yüksekliği beş metre. Tabii öyle olunca da birçok yere, yürüyerek dahi rahatlıkla gidebiliyorsunuz.
Şangay’da, 25 milyonluk dev nüfusunu da hesaba katarsak, oldukça az trafik sıkışıklığı var. Bazı yollar akşam saatlerinde bir miktar tıkanıyor ama hepsi o kadar. Bunda metro ağı kadar, ana arterlerdeki yükseltilmiş yolların da etkisi var. Benim orada bulunduğum eylül ve ekim aylarında hiç hava kirliliği hissetmedim. Bu olumlu gelişmede, kentteki araçların büyük çoğunluğunun elektrik motorlu olmasının da etkisi olsa gerek.
Kenti Huangpu Nehri ikiye bölüyor. Pudong Bölgesi gökdelenlere ve modern yapılara ev sahipliği yapıyor ama ben, görece daha alçak binaların yer aldığı Puxi Bölgesi’ni daha çok sevdim. Adını Fransız imtiyaz döneminden alan French Concession kentin en güzel caddelerine sahip. Benim favorim kesinlikle Hauihai Caddesi. Marx ve Engels heykeline de ev sahipliği yapan Fuxhing Park’ta eğlence mekanları var. Kentin merkezinin Halk Meydanı - People’s Square olduğunu söyleyebilirim. Yu Garden, kentin otantik görünümlü turistik bölgesi. Ve bunların hepsi nehrin batı yakasında, görece eski yerleşim olan Puxi Bölgesi’nde.
Şangay’ın parkları, müzeleri saymakla bitmez ama ben, beni çok etkileyen birkaçını anmakla yetineceğim. Bizim Boğaziçi’mizi dünyalara değişmem ama Şangay’ı ikiye bölen oldukça hacimli Huangpu Nehri de kente hoşluk katıyor. Onun bir de kolu var; Shuzhou. Şangay’a yolunuz düşerse, işte bu Shuzhou’nun her iki yanındaki yürüyüş yollarını, kafeleri, parkları mutlaka görün. Bu güzergahtaki “1000 trees – Bin Ağaç” evlerine hayran kaldım. İleride Barcelona’nın Güell evleri gibi, mimari klasiğe dönüşebilir. Aklınızda bulunsun.
Şangay Müzesi, Şangay Tarih Müzesi ve birçok başka müze görülmeye değer ama benim favorim ve önerim Pudong’taki “Çin Sanat Müzesi – China Art Museum” olur. Öncelikle bu müzenin ikonik binasından bahsetmeliyim. Göz alabildiğine dev, kırmızı bir piramidin, ters dönmüş halini düşünün. Elbette Çin sanatının çizgileriyle. Expo için inşa edilmiş bu bina daha sonra müze haline getiriliyor. Müzeye, görsel sanatların daha batılı bir iş olacağı fikriyle ve biraz önyargıyla gittim. Yanılmışım. Resimden heykele müthiş eserler karşılıyor sizi. Fotoğraf bölümü zayıftı ama özellikle çağdaş Çinli ressamların eserlerine bayıldım. Yolunuz Şangay’a düşerse mutlaka görün derim.
Anmak istediğim bir diğer park ve müze de Heykel Parkı ve onun içinde yer alan Doğal Tarih Müzesi - Natural History Museum. Heykel Parkı hem Çinli hem yabancı, birçok heykeltıraşın çok çarpıcı eserine ev sahipliği yapıyor. İstanbul adına gıpta etmedim desem yalan olur. Parkın içindeki Doğal Tarih Müzesi ise, büyük patlamadan bugüne, hayvanlardan bitkilere, yer şekillerinden bilimin gelişimine kadar uzanan müthiş bir perspektif sunuyor. Dünyanın özellikle bütün çocuklarının böyle bilgilere erişimi sağlanmalı. Şangay bunu başarmış.
Öte yandan Şangay gördüğüm en güvenli kentlerden birisi. Günün ve gecenin her saati, muhtelif bölgelerinde dolaştım. Tedirgin olunacak hiçbir şey yaşamıyorsunuz. Yolunuz düşerse Şangay’da günün ve gecenin tadını her saatte çıkarabilir, güvenle dolaşabilirsiniz.
Pekâlâ, kentte hiç mi sorun yok? Elbette var ve sorunların başını elektrikli motosikletler çekiyor. Felaketler. Kimi zaman motorlu araç gibi, kimi zaman yaya gibi davranıyorlar. Kaldırımda veya yay geçidinde dikkatli olmazsanız, her an ufak bir kaza yaşayabilirsiniz. Hemen her şeyini halletmiş bir kentin bu sorunu ısrarla yaşaması çok tuhaf.
Gelelim Çin yemekleri meselesine. Çin’in başka kentlerini bilmem ama Şangay mutfağında, damak tadımıza yakın, her çeşitten çok fazla yemek bulabilirsiniz. Yine de daha aşina bir şeyler mi yemek istiyorsunuz? Avrupa’nın dönercileri gibi, çok sayıda Uygur restoranı sizi bekliyor. Mesela, Guangdong Yolu’ndaki Uygur Abdul’un şiş kebapçısını bulun, karındaş babana rahmet diyerek, benden de selam söyleyin. Urfa çarşısında ne yiyorsanız, aynısını yiyeceksiniz. O da olmaz, illaki çok bilindik bir şey yiyeceğim mi diyorsunuz? Dünya mutfağının çok iyi örnekleri Şangay’ın her tarafına yayılmış durumda. Ama hadi hepsini geçelim, Nanchang Caddesi’ndeki Pasha Restorana gidip, Antep, Adana demeyeyim ama en az İstanbul’dakiler kadar leziz kebap ve mezeleri tadabilirsiniz. Elbette yanında rakısıyla birlikte. Şu, Çin’e gittim aç kaldım hikayesini bir kanara koysak mı artık?
Şangay hikâyesinin bu kısmını, yarın Şangay’ın kültür sanat ortamından bahsetmek üzere, oradayken katılma şansı yakaladığım 29 Ekim kutlamamızla bitireyim. Şangay’da ülkemizi, Eylül 2024’te atanan konsolos Özlem Kural Hanımefendi temsil ediyor. Konsolos yardımcısı Ataberk Bey dahil, bu çağdaş yüzleri görmek ve yurtdışında, ne köklü bir millet olduğumuzu bir kez daha hissetmek bana çok iyi geldi. Yeter ki Cumhuriyetimizin çağdaş değerlerini koruyalım.
Pekâlâ, bir makale sonra Şangay’ın sanat ortamlarına dalıyoruz. Biraz daha Çin dinlemek isterseniz beklerim.