
Derya Yıldıran: Gerçeğin Sınırında Latin Amerika’dan Geçerken
Bu yazıyı Latin Amerika’nın büyülü gerçekçiliği üzerine yoğunlaştığım bir dönemde yazıyorum. Kitapların içine daldıkça, anlatılan dünyalar hafızamın derinliklerinde başka kapılar açtı. Kelimeler, imgeler, hikâyeler... Ama en çok da kendi anılarım.
Sekiz yıl önce yaptığım Latin Amerika gezisi, zihnimde bambaşka bir şekilde yankılanıyor. O zaman sadece bir yolculuktu belki, ama şimdi okuduklarımla birlikte dönüştü, derinleşti, başka bir anlam kazandı. Buenos Aires’in sokaklarında yürürken hissettiklerim, Montevideo’da devrimci öğrencilerin yüzlerine bakarken içimde yükselen o ağırlık, Colonia’nın zamansız sessizliği, Iguazu Şelaleleri’nin sınırları aşan gücü, Amazon’da gece...
O anları yaşarken tam anlamamış olabilirim, ama şimdi büyülü gerçekçilikle dolu kitapların satır aralarında, onların bana nasıl dokunduğunu fark ediyorum. Hafıza, bazen yıllar sonra kendi hikâyesini anlatır. İşte bu yazı da sekiz yıl önce başlayan, ama asıl şimdi anlam kazanan bir yolculuğun hikâyesi.
Buenos Aires, Asılı Zaman
Buenos Aires’te yürürken, binaların gölgeleri, vitrinlerin solgun ışıkları, kaldırımlara sinmiş bir yorgunluk... Bu şehir, hayaletleriyle birlikte yaşayan bir şehir. Geçmiş, yalnızca anılarda değil, binaların çatlaklarında, çürüyen balkon demirlerinde, devasa kapıların ardında bekliyor.
César Aira’nın Hayaletler kitabını hatırlıyorum. Bir şantiyede sıkışıp kalmış varlıklar, görünenle görünmeyenin iç içe geçtiği bir dünya... Buenos Aires de böyle değil mi? Gerçekle hayal arasındaki o ince çizgide duran bir kent.
Sokaklarında dolaşan yaşlılar, hâlâ Arjantin’in altın çağında yaşıyor gibiler. Şık takımları, zarif şapkaları, eski günlerden kalma alışkanlıklarıyla, bir zaman tünelinin içinde sıkışıp kalmış gibi yürüyorlar. Ama yüzlerindeki çizgiler, bu sahnenin bir dekor olduğunu hissettiriyor. Fakirleşmiş bir görkemin gölgesi olmak, bir tür lanet mi, yoksa bir direniş biçimi mi? Buenos Aires’in ihtişamı, yalnızca duvarlarına sinmiş bir anıdan mı ibaret? Aira’nın hayaletleri gibi, burada da eski günlerin yankıları sönmüyor.
Kaldırımlara bakan eski pencereler, içeride çürümeye yüz tutmuş bir ihtişamı saklıyor. Buenos Aires, bir zamanlar Avrupa’nın başkenti olmaya özenen bir şehirdi; şimdi ise bu düş, yıpranmış Art Deco binaların, solmuş vitrinlerin ve nostaljik kafelerin içinde yankılanıyor. Bu kent, ihtişam ile çöküş arasındaki ince çizgide duruyor.
Ama şehri asıl anlatan şey yalnızca mimarisi değil. Demir parmaklıklar. Dördüncü, beşinci katlara kadar uzanan demir korkuluklar, yalnızca güvenlik için değil, bir dönemi korumak için orada. Evler, yalnızca içindekileri değil, ihtişamın hatırasını da korumaya çalışıyor. Ama neye karşı? Bu kentte, estetik ile tekinsizlik yan yana duruyor. Gündüz büyüleyici, ama gece... Gece, demir parmaklıkların ardında nefes alan bir sessizlik var. Kent, bir yanıyla kendini koruyor, diğer yanıyla teslim oluyor.
Buenos Aires’in kimliği yalnızca sokaklardan değil, sofralardan da okunabilir. Şehirde her şey İspanyolca, ama masalar hep İtalyan. Restoranlarından yükselen pizza kokusu, makarna soslarının buharı, kahvelerin köpüklü sessizliği. Arjantin İspanyolca konuşuyor ama İtalyanca yiyor. Bu yalnızca bir mutfak alışkanlığı değil, tarihin bir gölgesi. 19. ve 20. Yüzyıl’da milyonlarca İtalyan göçmen, Arjantin’in damarlarına yalnızca yemekleriyle değil, aksanlarını, jestlerini ve ritimlerini de kattı. Bugün bir Arjantinli konuşurken, kelimelerin müziğinde İtalyancanın iniş çıkışları var. Ama bu göçmen ruh, aynı zamanda bellek kaybını da beraberinde getirdi. Buenos Aires, Avrupa’dan kopup gelen kültürlerle şekillenirken, bir yandan da yerli halklarının tarihini ve izlerini büyük ölçüde silmiş bir şehir.
Eva Perón Bir Efsane mi, Gölge mi?
Buenos Aires sokaklarında yürürken bir yüz, bir isim her yerde karşıma çıkıyor: Eva Perón. Duvarlarda, anıtlarda, şarkılarda, hatta insanların konuşmalarında... Ama bu varlık gerçekten bir inancın devamı mı, yoksa geçmişini bir yankısı mı?
Bir duvarın köşesine sinmiş eski bir grafiti görüyorum: “Evita vive.” (Evita yaşıyor.) Biraz ileride, ona adanmış bir anıtın önünden geçiyorum. Yaşlı bir adam elini kalbine götürerek saygıyla selamlıyor. Genç bir kadın ise yanındaki arkadaşına alaycı bir şekilde gülümsüyor. Arjantin’in hafızası bile ikiye bölünmüş gibi.
Peronizm, Arjantin’in kolektif hafızasında derin izler bıraktı. Eva Perón, işçi sınıfının annesi, halkın sesi olarak bir mitolojiye dönüştü. Ancak zamanla bu mitoloji, ekonomi politikalarının krizleriyle, halkın bölünmüşlüğüyle ve hatıraların çarpıtılmasıyla farklı bir anlam kazandı. Bugün, Buenos Aires sokaklarında Eva Perón’un mirası hâlâ canlı mı, yoksa artık bir turistik ikon mu?
Şehrin her köşesinde izleri var: Posterlerde, anma törenlerinde, sokak yazılarında... Ama insanlar onu nasıl anıyor? Onun adı hâlâ bir kahramanlık sembolü mü yoksa tarih içinde bir gölgeye mi dönüştü?
Arjantin, kahramanlara her zaman ihtiyaç duydu. Maradona, Che Guevara, Eva Perón... Hepsi, halkın gözünde bir kimlik, bir ses, bir geçmiş. Ama insan ne zaman bir efsaneye dönüşürse, gerçekliğini kaybetmeye başlar. Belki de Eva Perón’un yüzü, duvarlarda her geçen gün biraz daha solarken, onun hikâyesi de Arjantin’in hafızasında yavaş yavaş siliniyor.
Tango, Hüzün ve Tutku
Tango burada bir gösteriden ibaret değil. Gerçek tango sokak aralarındaki loş barlarda, tozlu piyanoların tuşlarında, yıllanmış ahşap zeminlerde yankılanan adımlarda yaşıyor. Mum ışığının titrek aydınlığında, ağır perdelerin arasına sinmiş eski bir hüzün... Bu müzikte sadece aşk yok, kaybolmuş bir dünyanın sızısı da var. Bir dans değil sadece, bir ülkenin geçmişe tutunma çabası.
Göçmenlerin sesiyle doğdu tango. Avrupa’dan gelen işçilerin, sefalet içinde yaşayan İtalyan ve İspanyol göçmenlerin, Buenos Aires’in liman mahallelerindeki dillerini kaybettiler ama ritimlerini buldular.
Adımlar bir ileri bir geri... Sanki bir an geçmişe dönmek mümkünmüş gibi. Ama bu dans asla geri gitmez, hep ileri akar. Arjantinliler için tango, sadece bir nostalji değil, hatırlamanın bir biçimi. Diktatörlükler geldi geçti. Darbeler, ekonomik krizler, savaşlar... Ama tango, her defasında başka bir suretle doğdu. Bir zamanlar aşağılanan “sokak müziği” diye küçümsenen bu ritim, şimdi büyük sahnelerin, pahalı şovların merkezinde. Fakat onun gerçek ruhu, hâlâ eski mahzenlerde, sigara dumanı içinde, çatlamış bir bandoneonun çatlak sesiyle yankılanıyor.
Montevideo, Ölüler ve Hatıralar
Montevideo’da, güneşin altında omzunda termosla yürüyen adamlar... Ellerinde mate kupaları, alışkanlıkla çeviriyorlar. Bir ritüel gibi. Bir yudum alıyorlar, düşünüyorlar, bir şeyleri tartıyorlar. Burada zaman başka akıyor, bakışlar daha derin.
Sokaklarda yürürken, kolonyal binaların gölgesine sinmiş yorgunluk hissediyorum. Tarih, bazen yalnızca bir duvar yazısı kadar görünmezdir.
Ama beni asıl sarsan, Montevideo Üniversitesi’nin avlusunda asılı o bakışlardı. Bir duvar. Üzerinde sıralanmış yüzler. Eskimiş, sararmış fotoğraflar. 1968’de polis kurşunlarıyla öldürülen öğrenciler. Gözlerinde devrim, dudaklarında yarım kalmış cümleler. Onları susturmak isteyenler vardı. Unutulsun diyenler de. Ama işte buradalar. Adları, üniversitenin duvarlarında kazılı. Hafıza, kanla yazılmış bir tarih gibi, silinmeye direnen bir çığlık gibi burada duruyor.
O yüzlere baktım. Ve düşündüm: Kim kazanırsa, hikâyeyi o yazar. Ama zamanı öldürmek mümkün mü? Birini yok etmek, adını unutturmak, yüzleri sararmış fotoğrafların ardına saklamak yeter mi? Bir şehir unutmakla hatırlamak arasında sıkışıp kalırsa neye dönüşür?
Montevideo, cevabı bilmiyordu. Ama o duvar biliyordu.
Colonia, Zamansız Sessizlik
Colonia’ya vardığımda, kendimi Latin Amerika’da değil de Avrupa’nın bir sahil kasabasına varmış gibi hissettim. Ama burası ne Avrupa’ydı ne de tam anlamıyla Latin Amerika. Sanki zamanın ve tarihin dışına taşmış, neredeyse bir boşluk hissi veren bir yerdi. Küçük, taş döşeli sokaklar; denize açılan dar yollar; rüzgârın tuz taşıdığı eski evler...
Burada ne bir devrim çığlığı var ne de bir çöküşün izleri. Buenos Aires’in yıpranmış ihtişamından, Montevideo’nun tarihsel ağırlığından tamamen farklıydı. Sanki Latin Amerika’nın içine sıkışmış ama ona ait olmayan bir bölge gibi.
Kaldığım yer bu hissi pekiştirdi. Eski ama hiç eskimemiş gibi duran bir yapı. Sıcak, huzurlu, iyi korunmuş... Oysa Latin Amerika’nın tarihi hiçbir zaman huzurlu olmadı. Burası sanki kıtanın dışına itilmiş, zamanın içinden sıyrılmış bir yerdi. Sömürgeciliğin en sert izlerinin yaşandığı yerlerden biri burası. Ama bu izler nerede? Bir şehir, geçmişini bu kadar sessizce nasıl saklayabilir? Colonia’nın sokaklarında yürürken bir şeyin eksik olduğunu hissediyorsun. Ama neyin eksik olduğunu anlamıyorsun. Bir şeyler silinmiş gibi, ama ne silindiğini kimse hatırlamıyor.
Colonia, tarih boyunca İspanyollar ile Portekizliler arasında el değiştiren bir liman kenti. Ama bugüne baktığında, sanki o tarih hiç yaşanmamış gibi. Buenos Aires’teki gibi çürüyen ihtişam yok. Montevideo’daki devrimci gençlerin yankılanan çığlıkları da... Burada zaman bile eskimiyor gibi. Borges’in Buenos Aires’i gibi, Colonia da tarihin bir gölgesinde duruyor. Ama burada Borges’in labirentleri yok. Burada yalnızca boş bir sayfa var. Belki de Colonia’nın en büyülü yanı buydu: Latin Amerika’nın geri kalanından daha huzurlu, daha dingin görünmesi ama aslında tarih boyunca sömürgeciliğin en çok vurduğu noktalardan biri olması.
Bu huzur gerçek mi, yoksa tarihin yok ettiği bir huzurun yansıması mı?
Iguazu, Suyun Hafızası
Su, yalnızca akar. Hiçbir yere ait değildir. Hiçbir millete, sınıra, dile. Sadece akar.
Brezilya, Arjantin, Paraguay…Sınırlarını suyla çizen ülkeler, onun üzerinde hak iddia edebilir mi? İnsan çizdiği haritalarla bir akarsuyu sahiplenebilir mi?
Iguazu’nun kenarında durduğumda, su kendini açıklamaya ihtiyaç duymuyordu. O, doğanın ta kendisiydi. Biz insanlar ise ona anlam yüklemeye çalışıyorduk. Burada bir şey vardı; büyülü gerçekçiliğin kelimelerle anlatmaya çalıştığı ama asıl burada, gözümün önünde suyun sesiyle ifade edilen bir şey. İnsan suyun önünde küçüktü. Ama yine de onu şişelere doldurmaya, satmaya, haritalarla bölüyordu.
Amazon’da su sadece akmaz. Satın alınır, devredilir, özelleştirilir. Ağaçlar sadece kök salmaz. Kesilir, taşınır, dikilir, tekrar satılır. Burada nehirler ve ormanlar, yalnızca doğanın döngüsü değil, sermayenin diliyle konuşur. Büyük tarım şirketleri, devasa enerji yatırımları, uluslararası çıkar grupları. Hepsi, bu toprakların sahibiymiş gibi davranıyor. Ama burası gerçekten kimin? Haritalarda sınırları çizilmiş, yatırım dosyalarında değer biçilmiş, bölüşülmüş, sahiplenilmiş bir doğa. Oysa doğa sahiplenilemez ki.
Iguazu’nun kenarında dururken suyun yalnızca aktığını görüyorum. Ne bir dile ait ne bir dine, ne bir millete. Ama insanlar, onu sınır yapmışlar, ormanı mülk ilan etmişler, nehri özelleştirmişler. Bir an için, Amazon’un ağaçları konuşsa ne söylerdi? Su, herhangi bir dile, dine, millete ait değilse... Eğer orman, herkesinse, neden yalnızca birkaç şirketin oluyor? Büyülü gerçekçiliğin içinde doğan bu topraklar, nasıl böylesine sert bir ticari gerçekliğe dönüştü?
Suyun sesi yankılanıyor. Ve hiç kimseye ait olmamayı sürdürüyor.
Paraguay, Unutulmuş Topraklar
Iguazu’dan sonra Paraguay’a geçtiğimde, yoksulluğun bu kadar sert ve açık bir şekilde yüzüme çarpacağını beklemiyordum. Turistik bir doğa harikasının büyüsünden çıkıp, aniden bambaşka bir gerçekliğin içine düşmek... Bu sert geçiş, Latin Amerika’nın en keskin yüzlerinden biriydi belki de.
Paraguay’ı gezdiğim günlerde, Eduardo Galeano’yu henüz okumamıştım. Ama şimdi, bu yazıyı yazarken Latin Amerika’nın Kesik Damarları önümde duruyor. Ve farkediyorum ki, o sokaklarda yürürken , Galeano’nun anlattığı tarih zaten oradaydı.
“Biz, Latin Amerikalılar, unutulmaya mahkûm edilenleriz. Altınlarımızı çaldılar, topraklarımızı sattılar, insanlarımızı yok saydılar. Ama biz, hâlâ buradayız.”
Paraguay’ın yoksulluğu, yalnızca ekonomik değildi. Bu, bir tarihsel yoksunluktu. Sayısız sömürgecinin, savaşın, yağmanın izleri bu topraklarda saklıydı. Ama o izler, anlatılmamış bir hikâye gibi, gün ışığında bile görünmezdi. Üstüne konuşulmayan, göz ardı edilen, yok sayılan bir gerçekliğin ortasında yürüyordum. İnsanların yüzlerinde bir alışkanlık vardı: Suskunluğun, görmezden gelinmenin alışkanlığı.
Galeano’yu şimdi okurken anlıyorum ki, Latin Amerika’nın kesik damarları en çok burada, bu unutulmuşlukta hissediliyordu. Belki de en derin yara, en sessiz olandı.
Büyülü gerçekçilik Latin Amerika’nın hikâye anlatma biçimi. Gerçeği olduğu gibi anlatmak yetmiyorsa, edebiyat onu dönüştürmeliydi. Bazen bir köy yüz yıl boyunca uyuyabilmeli, bazen ölüler geri dönüp konuşmalı, bazen nehirler ters akmalıydı. Büyülü gerçekçilik, unutulanları hatırlatmanın değil, dünyayı yeniden kurmanın bir biçimiydi. Gabriel García Márquez’in Macondo’su, Asturias’ın diktatörleri, Carpentier’in “muhteşem gerçekliği”... Bunlar sadece birer roman değil, kıtanın belleğini taşıyan metinlerdi. Latin Amerika, tarihini saklamaya çalışana karşı siyasetle değil, edebiyatla yanıt verdi. Ve Paraguay, tarih kitaplarının unuttuğu, ama edebiyatın unutmadığı bir hikâyeydi.
Paraguay sokaklarında yürürken, her şey bir çeşit görünmezlikle örtülmüş gibiydi. Bir şehir, bir ülke, tarihinin büyük bir kısmını yitirmiş gibi... Ve sonra yollar değişti. Yollar küçüldü, sonra tamamen kayboldu. Etrafımda artık ne binalar vardı ne de insanlar.
Paraguay’dan sonra, yollar beni daha derine çekti. Şehirler küçüldü, insan sesleri azaldı, gökyüzü ormanlarla bölündü. Ve bir gün, ağacın başka bir dil konuştuğu yere vardım. Amazon...
O zaman, neyle karşılaşacağımı bilmiyordum. O anın içinde büyülü gerçekçiliğin yalnızca bir edebi tür değil, bir gerçeklik biçimi olduğunu hissetmiştim. Ama şimdi yıllar sonra fark ediyorum.
Ve orada, Amazon’un içinde, çocukluğumun pembe dizisi Köle İzaura’dan fırlamış bir sahnenin içine düşüyorum. Bir zamanlar bir efendiye ait olan, şimdi bir otele dönüştürülmüş, yüksek tavanlı, kalın duvarlı bir ev. Bir ev değil, bir geçmişin yankısı. Burası büyülü gerçekçiliğin yalnızca bir anlatı biçimi olmadığını, bir coğrafyanın kaderi olduğunu hissettiren bir yerdi. Geceleri açık pencereden gelen sesler dünyayı unutmanı engelliyordu: papağan çığlıkları, maymunların fısıltıları, rüzgârın ağaçlara kazıdığı hikâyeler... Sabahları, elinde tanımadığım meyvelerden sıkılmış sularla beni karşılayan yerliler... Gerçek ve kurgu arasındaki çizgi burada kayboluyordu. Bu kıtada hikâyeler yalnızca anlatılmaz, yaşanır.
Ben, bu hikâyelerin içinde yürürken neden her zaman büyülü gerçekçiliğin içinde kaybolduğumu, neden Latin Amerika edebiyatının beni bu kadar çektiğini anlıyorum.
Çünkü burada, gerçeklik insanın yüzüne çarpıyor, ama aynı zamanda onun içinden bir hayal yaratıyor.