
Derya Yıldıran: Anlatının İzinde - Tutkunun ve Tahakkümün Dansı
Bazı hikâyeler vardır ki ne kadar dönüp baksanız ne kadar farklı açılardan inceleseniz de hala yeni bir yüzünü keşfedersiniz. Bu Dünyanın Krallığı üzerine yazarken, Pauline Bonaparte ve Soliman’ın hikâyesine dokundum ama yetmedi. Bu aşk, yalnızca bir duygunun değil, gücün, tahakkümün, arzunun ve özgürlüğün iç içe geçtiği bir çatışmaydı. İlk yazıda kölelik ve özgürlük ekseninde yürüdüm, şimdi ise aşkın nasıl bir zincire dönüşeceğine bakmak istiyorum. Bu hikâye, sadece iki insanın değil, tarih boyunca süregelen bir gerilimin izdüşümü. Bu yüzden Pauline ve Soliman’a yeniden dönüyorum çünkü bazen aşk en karanlık yüzü, en çok anlatılmaya değen yüzüdür.
Ve elbette, Pauline Bonaparte ile Soliman’ın ilişkisi...
Aşk... Gerçekten özgürlüğün karşıtı mı, yoksa onun en büyük illüzyonu mu? Pauline ve Soliman’ın ilişkisini düşündükçe, aşkın sadece iki bedenin buluşması olmadığını, tarihin, tahakkümün de ona eşlik ettiğini fark ediyorum. Aşk, arzuyla tahakküm, özgürlük ile tutsaklık arasında ince bir çizgide yürüyen bir dans.
Bir sahne hayal edin: Tropik gecelerin ağır ve nemli havasında, yıldızların altında Pauline ve Soliman arasında sessiz bir bağ oluşuyor. Ama bu sessizlik basit bir suskunluk değil, Haiti’nin geçmişinin ve Afrikalı kölelerin mirasının yankılarıyla dolu.
Ay ışığı, tropikal yaprakların arasından süzülerek Pauline’in beyaz tenini aydınlatırken, Soliman’ın gölgesi tarihin sessiz ağırlığını taşır. Haiti’nin vahşi doğası, bu sahnenin görünmez bir karakteri gibidir. Uzaklardan gelen Voodoo törenlerinin davul sesleri, Pauline’in arzularını ateşlerken, Soliman için bu ritimler unutulmuş bir hayatın çağrısı gibi.
Haiti’nin toprakları devrimle çalkalanıyor. Köleler, zincirlerini kırmak için ayaklanıyor, geceyi dolduran çığlıklar rüzgâra karışıyor. Bu özgürlük mücadelesi, Pauline ve Soliman’ın ilişkisinin de aynası oluyor. Pauline, Soliman’a ne kadar sahip olduğunu sanırsa sansın, onun içindeki özgürlük arzusunu kıramıyor.
Pauline, bu toprakların kendisine ait olmadığını biliyor, ama yine de onları fethetmeye çalışıyor. Soliman ise Pauline’ın ellerinde suskun bir mahkûm gibi görünse de onun sessizliği Pauline’ın tahakkümünü her an boşa çıkaran bir çığlık gibi. Haiti’nin köleleri nasıl zincirlerini kırıyorsa, Soliman’ın sessizliği de Pauline’ın arzularına karşı görünmez bir isyan yaratıyor.
Pauline Bonaparte, Fransa’nın en güçlü İmparatoru Napolyon Bonaparte'ın kız kardeşi ve Haiti’yi Fransız sömürgeciliğinin kontrolü altında tutmaya çalışan General Leclerc’in dul eşi. Pauline Avrupa’nın en güçlü hanedanlarından birine mensup olmasına rağmen, klasik bir soylu kadın profiline hiçbir zaman tam olarak uymadı. Özgürlüğüne düşkün, zevke ve lükse meraklı, güzelliğiyle çevresindeki herkesi büyüleyen bir kadındı.
Ancak Haiti, onun için yalnızca egzotik bir kaçış değil, Fransız sömürgeciliğinin en kanlı sayfalarından birine tanıklık etmekti. General Leclerc’in Haiti’deki köle baskınlarını bastırmak için görevlendirilmesi, Pauline’ı da bu topraklara sürükledi. Ama savaşın sertliği, salgın hastalıklar ve kölelerin direnişi Fransızları yıprattı. Leclerc sarıhummadan öldüğünde, Pauline birdenbire “Fransa’nın en güçlü kadınlarından biri” olmaktan çıkıp tropikal bir adada yalnız kaldı.
İşte bu noktada Soliman’ın varlığı, yalnızca bir hizmetkâr olarak değil, Pauline’in içindeki sınırları test eden bir figür olarak önem kazandı. Onun için Soliman bir kaçış mıydı, yoksa arzularını şekillendirdiği bir nesne mi?
Pauline için Soliman, yalnızca bir hizmetkar değil, arzularının, merakının, bilinmeze duyduğu açlığın cisimleşmiş hali. Onun teni, onun sessizliği, onun farklılığı Pauline’ı hem çekiyor hem de ona sahip olma dürtüsünü körüklüyor. Ama Soliman’ı severken onu gerçekten görüyor mu, yoksa sadece kendi içsel fırtınalarına bir yanıt mı arıyor? Pauline’ın tutkusu, Soliman’ı özgürleştirmiyor. Onu bir nesneye dönüştürüyor.
Pauline ve Soliman’ın hikâyesinde hep Pauline konuşuyor. Onun arzuları, onun tutkusu, onun tahakkümü. Ama Soliman? O gerçekten suskun mu, yoksa sessizlik içinde bir dünya mı saklıyor?
“Bedenine dokunduğunda, sanki onu baştan yaratıyordu. Parmakları tenine değdiğinde, kendi varlığını unutuyor, kendini onun ellerine bırakıyordu. Ama sevgi mi, sahip olma arzusu mu, yoksa başka bir güç isteğimi olduğunu bilmeden…”
Bu noktada, Pauline ve Soliman’ın hikâyesiyle Aslı Erdoğan’ın Kabuk Adam romanındaki aşk arasındaki benzerlikleri görmek mümkün. İki hikâyede de Batılı bir kadın, kendisine tamamen yabancı bir dünyada aşkı deneyimliyor. Fakat bu aşk, sadece bir karşılaşma değil, bir tahakküm ve kimlik bulanıklığı meselesine dönüşüyor. Her iki kadın karakter de bir kaçış ya da yeni bir kimlik bulma umuduyla yola çıkıyor, ama farkında olmadan karşılarındaki adamları kendi anlam dünyalarının içine hapsediyorlar. Onunla kurduğu bağ, aşkın samimi bir paylaşımı olmaktan çok, egzotik olanın içinde kendini arama çabasına dönüşüyor.
Pauline da Soliman’ın dünyasına girmek istiyor ama ona gerçekten dokunabiliyor mu? Soliman onun için bir insan mı, yoksa bir fantezi nesnesi mi? Kabuk Adam’daki anlatıcı kadın, adamın gizemine kapıldıkça, onun sessizliğinde kendine dair bir şeyler bulduğunu sanıyor. Oysa aslında hiçbir zaman onun dünyasına girmiyor, onu sadece kendi yalnızlığını anlamlandırmak için bir araç haline getirip, kendi varoluşsal boşluğunu dolduracak bir imgeye dönüştürüyor. Aslı Erdoğan, Kabuk Adam’da bunu şu cümlelerle ifade eder:
“Onu seviyordum, ama onun kim olduğunu gerçekten biliyor muydum? Yoksa yalnızca bana sunduğu yabancılığı, bilinmezliği mi seviyordum? Kendi yalnızlığımı ona yükleyerek, varlığını bir anlam hâline mi getiriyordum?”
Pauline ve anlatıcı kadın, aşkın içinde özgürlüğü ararken, farkında olmadan tahakkümün en derin biçimini yaratıyorlar. Sevdiklerini düşündükleri adamları anlamaya değil, onları kendi hikâyelerinin içine hapsetmeye çalışıyorlar. Peki ya aşk, gerçekten karşılıklı bir teslimiyet mi, yoksa yalnızca birinin diğerine yüklediği anlamlarla var olan bir tahakküm mü? Her iki hikâye de aşkın içinde özgürlüğü bulmanın ne kadar imkânsız olduğunu gösteriyor. Her iki aşk da tutkuyla başlıyor, ama zamanla iktidar, özgürlük ve kimlik çatışmalarıyla sarsılıyor. Sonunda geriye sadece boşluk, kaybolmuş sözler ve birbirine asla tam olarak dokunamamış iki insanın hayaleti kalıyor.
“Tarihin hükmü kaçınılmazdır. İnsanlar efendi ya da köle olmayı seçmezler, ama zaman bazen rollerin yerini değiştiriyor. Ve o zaman, eski efendiler kölei eski köleler ise krallar olurlar.”
Alejo Carpentier’in Bu Dünyanın Krallığı romanı, işte tam bu dönüşümün izini sürüyor. Afrikalı kölelerin ve yerli halkın Fransız sömürge yönetimine karşı verdiği bağımsızlık mücadelesi, büyülü gerçekçiliğin etkileyici anlatımıyla birleşerek, özgürlük ve kölelik arasındaki çatışmayı hem tarihsel hem de insani bir düzlemde inceliyor. Pauline ve Soliman’ın ilişkisi, bu büyük mücadele içinde hem bir metafor hem de sömürgeciliğin bireyler üzerindeki yankılarının somut bir örneği olarak yükseliyor.
Frantz Fanon, Karayipler’deki Fransız sömürgesi Martinik’te doğmuş bir psikiyatrist ve düşünürdü. Sömürgeciliğin birey ve kimlik üzerindeki etkilerini hem klinik deneyimlerinden hem de kendi tarihsel bağlamından yola çıkarak inceledi. “Siyah Deri, Beyaz Maskeler” adlı eserinde, Avrupalı kadınların yalnızca romantik veya fiziksel bir çekim olmadığını, aynı zamanda sömürgeci bir bakış açısının yansıması olduğunu söyler. Egzotik olanı sahiplenme isteği, aşkın içinde bile tahakkümü yeniden üretir. Pauline’in ve Soliman’a duyduğu ilgisi tam da Fanon’un bahsettiği arzunun bir yansımasıdır: Soliman, onun için sadece bir sevgili değil, aynı zamanda egzotik olanı keşfetmenin bir yolu. Pauline’in arzusu, Batılı bir kadının “öteki”ni sahiplenme çabasının bir göstergesidir. Pauline gerçekten Soliman’ı mı seviyor yoksa onun farklılığını, egzotik kimliğin mi arzuluyor? Fanon’a göre sömürgecilik yalnızca siyasetle değil, bedenler ve duygular üzerinden de kendini var eder. Pauline’in aşkı, Soliman’ı özgürleştirmek yerine, onun ruhunda yeni bir zincir yaratıyor.
Ve belki de asıl soru burada: Aşk gerçekten birini özgürleştirebilir mi? Yoksa aşk da bir tür sahip olma arzusuna mı dönüşür? Bazen en büyük yakınlık bile görünmez bir tahakküm barındırabilir. Bu hikâye beni etkiledi çünkü tutkunun, sahip olma arzusunun ve özgürlüğün sınırlarını bulanıklaştıran bir aşkı anlatıyor.
Ama her aşk gibi bu da bir sona yazgılıydı. Tutku, tükettiği şeyi sonunda yok eder. Pauline’ın arzusu, Soliman’ın sessizliğiyle çatışırken, aşkları giderek bir hayalete dönüştü. Zaman, tutkuyu törpüledi, güç sevgiyi boğdu.
Pauline’nın bedeni de arzularıyla birlikte çürümeye başladı. Tropik sıcak, bir zamanlar tapındığı güvenliği yavaş yavaş yok etti. Tenindeki ışık soldu, nefesi ağırlaştı. Egzotik olanın çekiciliği artık bir hapishaneye dönüşmüştü. Ve sonunda, Soliman çoktan gitmişken, Pauline de bu dünyayı sessizce terk etti.
Ama Soliman... Onun Pauline’in ölümünü duyduğunda nasıl hissettitiğini kimse bilemedi. Bir özgürlük mü, yoksa içinden silinmeyen bir boşluk mu? Pauline’in gölgesi ondan gerçekten ayrılmış mıydı, yoksa hala bir yerlerde onu takip ediyor muydu?
Soliman, Pauline’in ölümünden sonra gözden kayboldu. Özgürlüğüne kavuştu mu, yoksa hiçbir zaman gerçekten kaçamadı mı?
Geriye, tropik gecelerin nemli havasında kaybolan fısıltılar, söylenmemiş sözler ve hiçbir zaman tam olarak yaşanmamış bir aşkın hayaleti kaldı. Ama bu fısıltılar, Haiti’den dünyaya yayılan bir çığlığa dönüştü. Pauline’ın bedeni toprağa karışırken, Soliman’ın sessizliği artık yalnızca bir itaat değil, Haiti’nin yankılanan sesi haline gelmişti.
________________________________
* Resimler: Hakan Gökırmak