
Derya Yıldıran: Anlatının İzinde - Meksika ile Dünyaya Yayılan Çığlık
JUAN RULFO (1917-1986) - PEDRO PÁRAMO (1955)
Gabriel García Márquez Pedro Páramo’yu okuduktan sonra kendini Yüzyıllık Yalnızlık’ı yazmaya hazır hissettiğini söyler ve “Pedro Páramo’yu okuduktan sonra bir daha asla aynı şekilde yazmadım,” der. Yüzyıllık Yalnızlık’taki Macando’ya esin kaynağı hayalet köy, Comala’dır. Kitabın bir diğer önemli özelliği ise El Boom hareketinin fitilini yakarak, Latin Amerika edebiyatının dünya çapında tanınmasına zemin hazırlamasıdır. El Boom hareketinin küresel başarısını mümkün kılan, dönüm noktası olmuş bir eserdir. Jorge Luis Borges, “Bu roman, herhangi bir dilde yazılmış en büyük metinlerden biridir,” der.
Şu an gösterimde olan film uyarlaması sayesinde Pedro Páramo, geniş kitlelerce duyulur hale geldi. Rodrigo Prieto’nun yönetmenliğini üstlendiği filmin görsel anlatımı ve romanın atmosferi başarılı bir şekilde beyaz perdeye yansısa da eseri okumamış bir izleyici için bazı yerler muğlak gelebilir. Romanın çok katmanlı yapısını tam olarak kavrayabilmek için metni bilmek gereklidir. Bu yüzden film, romanın hayranları için büyüleyici görsel uyarlama sunarken, eseri bilmeyenler için eksik ya da çözülmesi zor bir deneyime dönüşebilir.
Efsane yönetmen Luis Buñuel bu romanı filme çekmek istemiş, ancak projeyi hayata geçirememişti. Eğer Buñuel’in sürrealist sineması ile Pedro Páramo’nun büyülü gerçekçi atmosferi birleşseydi, ortaya gerçek ile hayalin sınırlarının silindiği eşsiz bir film çıkabilirdi. Onun keskin toplumsal eleştirisi ve görsel diliyle, Comala’nın hayaletli dünyası sinemada bambaşka bir boyut kazanabilirdi. Ne var ki, Buñuel’in bu hayali gerçekleşmedi ve Pedro Páramo yıllar sonra başka bir yönetmenin ellerinde beyaz perdeye uyarlandı.
Fotoğraflardan Romanlara
Juan Rulfo, yalnızca bir yazar değil, aynı zamanda bir fotoğrafçıydı. Görüntülerden hikâyeler yaratıyor, kesip biçiyor, başka bir gerçeklik inşa ediyordu. Bu tutku, büyülü gerçekçilikle buluşunca, Comala’nın hayaletleri doğdu. O, gerçekliği olduğu gibi kabul etmeyip, onu yeniden biçimlendirip bu şekilde dile getirdi. Ve Meksika’nın kırsal manzaraları, boş sokakları, terk edilmiş evleri bize aktarırken, bu mekanlar adeta bir fotoğraf karesi gibi zihnimizde canlandı.
Terk Edilmiş Toprakların Sessizliği, Anadolu ve Comala
Yollar tozlu, otlar taşların arasından fırlamış. Bir zamanlar burada hayat vardı. Gün ışığı taş evlerin duvarlarını ısıtır, ayak sesleri sokaklara yankılanır, rüzgâr fısıltılar taşırdı. Şimdi ise yalnızca belli belirsiz yankılar...
Nuri Bilge Ceylan’ın Bir Zamanlar Anadolu’da filmindeki gibi, burada da zaman durmuştur.
Sessizlik yalnızca bir boşluk değil, geçmişin üstüne çöken ağır bir örtüdür. Çünkü yaşamın terk ettiği yerlerde, ölüler kalır. Terk edilmenin yükünü taşıyan, kaybolmuş yüzler, yarım kalmış hikâyeler, unutulmuş sözler...
Biz insanlar unuttukça, onlar hatırlamaya devam eder.
Tıpkı Anadolu’nun kırsalında olduğu gibi...
Tıpkı Comala gibi...
Bir zamanlar burada hayat vardı.
Ama artık yalnızca hayaletler yaşıyor.
Belki bir gün birileri geri döner. Ama dönenler, bıraktıkları köyü değil, yalnızca hayaletleri bulacaklar.
Çünkü bu köy ölmemiş.
Onu terk edenler için ölmüş olabilir, ama ölüler için hâlâ yaşıyor.
Hayaletlerin evi. Onların, zamanla sesi kısılan ama asla tamamen silinmeyen mırıltıları, bu kasabanın gerçek sakinleridir artık.
Ve işte Juan Rulfo’nun evreninde tıpkı Bir Zamanlar Anadolu’da da olduğu gibi, gerçek ile hayal birbirine karışır.
Romanın başkahramanı Juan Preciado da Comala’ya geldiğinde bir hayaletin dünyasına adım attığını bilmiyordu. Ama ne zaman ki adımlarının sesi yankılanmayı kesti, ne zaman ki sokakların, taş duvarların, toprağın derinliklerinden fısıltılar yükseldi, işte o zaman fark etti: O, artık yaşayanlarla değil, ölülerle konuşuyordu.
Meksika’nın çorak toprakları, tıpkı Anadolu gibi, halkın kaderiyle özdeşleşmiştir: Ağalık sistemi, ölümler, göçler, kayıplar, yas ve ağıtlar... Savaşlardan sonra kırsal alanlarda yaşanan göç dalgaları, ekonomik çöküş ve yalnızlaşan kasabalar, geçmişin izlerini taşıyan terk edilmiş coğrafyalar...
Burası artık bir kasabadan çok, zamanın içinde sıkışıp kalmış bir araf.
Burada yaşayanlar, aslında çoktan ölmüş ruhlar gibi.
Çünkü bazı kasabalar, sadece toprağın altında değil, yaşayanların belleğinde de ölüdür.
Pedro Páramo: Gücün ve Karanlığın Yüzü
Pedro Páramo, Comala’nın tarihinde derin izler bırakan kötücül ve güçlü bir adamdır. Roman, kasaba sakinlerinin anılarıyla iç içe geçirerek, Comala’nın geçmişine örülmüş adaletsizlikleri, cinayetleri, trajedileri ve aşkı ortaya koyar.
Roman, okuyucuyu Comala’nın ıssız atmosferine sürükler. Ruhların mırıltıları arasında ezilen Juan Preciado ölür ve kasabanın ruhlarına katılır. Pedro Páramo’nun mirası, Comala’nın tamamen harap olmasında kendini gösterir; burası artık bir kasabadan çok, yaşamda işlenen günahlar yüzünden huzur bulamayan ruhların yaşadığı bir araftır.
Comala’da yaşam ve ölümün döngüselliğini yansıtan öykü, bitmek bilmeyen bir hüzün ve pişmanlık duygusuyla son bulur.
Pedro Páramo, yaptıkları ve yaşam biçimiyle yalnızca kendi kaderini değil, aynı zamanda bütün bir kasabanın kaderini de belirlemiş, geride ıssızlık ve umutsuzluk dolu bir miras bırakmıştır. Bu kitap yalnızca bir adamın ya da kasabanın hikâyesi değil; ölüm ve yaşamın, aşk ile nefretin, güç ile güçsüzlüğün iç içe geçtiği bir trajedidir.
Romanın çok katmanlı yapısı, anlatıcının sürekli değişmesi ve zamanın birbirine karışması, okuyucuyu zaman zaman zorlayan unsurlar haline gelir. Hikâye, mırıltılar halinde anlatılır; parçalar halinde dağılır ve bu parçaları birleştirmek okuyucuya düşer.
“... Dünyanın ortasında büyük bir ay vardı. Sana bakarken gözlerim kamaşıyordu. Ayın ışıkları yüzünden süzülüyordu. Sana ait olan bu yumuşak, aya bulanmış görüntüye bakmaya doyamıyordum: Büzülmüş, nemlenmiş ve yıldızların renklerini yansıtan ağzın; gecenin suyunda saydamlaşan bedenin. Susana, Susana San Juan.”
Acaba Pedro Páramo çocukluk aşkı Susana San Juan’ı otuz yıl beklemek zorunda kalmamış olsaydı, içindeki kötülük bu kadar büyüyüp kasaba için bu kadar yıkıcı bir güce dönüşür müydü? Bu soru, romanın merkezindeki trajediyi ve Pedro Páramo’nun içsel çelişkilerini anlamak için önemli bir kapı aralar. Susana’ya duyduğu saplantılı aşk, hayatındaki tek saf duygu gibi görünürken, bu aşkın gerçekleşmemesi, onun içindeki hayal kırıklığını bir intikam aracına dönüştürür. Bu aşkın yerini, zamanla öfke ve şiddet alır.
Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin hikâyelerindeki kavuşamama, aşkın bir mutluluk arayışı değil, insan ruhunun sınavı olarak karşımıza çıkar. İmkânsızlık, aşkı ölümsüz bir boyuta taşır. Ancak Pedro Páramo’nın Susana’ya kavuşamaması, onu yüceltmek yerine karanlığa sürükler. Bu özlem Pedro Páramo’yu dönüştürmez; aksine onu daha katı ve daha acımasız bir saplantıya sürükler.
Susana’nın yokluğu, onun içinde doldurulmaz bir boşluk yaratır ve bu boşluk, giderek kasabanın çöküşüne dönüşen tiranlığa evrilir. Comala’nın çorak, ölü bir yer olması, onun içindeki susuzluğun ve doyumsuzluğun bir metaforudur. Roman, aşkın yüceltici bir deneyim olduğu kadar, insan ruhunu yok edebilecek bir güç olduğunu da gözler önüne serer.
Zincir Sesleri: Unutulmuşların Trajedilerinin Yankısı
“Bu köy yankılarla doludur. Bunlar sanki duvar deliklerinde ya da taş altlarında hapsolmuş gibidir. Yürürken, birilerinin senin üzerine basıp geçtiklerini hissedersin. Gıcırtılar duyarsın. Gülüşler duyarsın; gülmekten yorulmuş gibi, artık çok yaşlanmış gülüşler. Ya da kullanılmaktan yıpranmış sesler. Bütün bunları duyarsın. Bir gün bu seslerin sönüp gideceğini düşünüyorum.”
Bu kitabı okurken, hafızamın derinliklerinden, bir rivayet yükselir.
Prens Adaları’nın karanlık gecelerinden yankılanan o garip zincir sesleri...
Çocukken, adalardan gelen bu sesleri duyanların anlattıklarını dinlemiş, bu hikâyelerin etkisiyle geceleri adaları hayal ederek ürpermiştim. O sesler gerçek var mıydı, yoksa yalnızca korkunun beslediği hayaller miydi? Bunu asla bilemedim. Ama bildiğim bir şey var: Pedro Páramo’nun Comala’sında da geçmiş kaybolmuyor, fısıldıyor. Zincir sesleri gibi, ölülerin mırıltıları da toprağın altında yaşamaya devam ediyor. Çünkü bazı trajediler unutulmaz, sadece yankıya dönüşür. Bizans’tan Osmanlı’ya uzanan tarih boyunca, Prens Adaları politik suçluların ve asilzadelerin sürgün yeri olarak kullanılmıştı. Zincir sesleri, kolektif bilinç dışında yer eden acıları gün yüzüne çıkarır. Bu sesi duyanlar, acı çeken hayaletlerin yankısı olarak görürler. Bazıları bunun, adalara sürgüne gönderilen mahkumların yankısı olduğunu söylerdi. Kimileri ise suda sürüklenen eski demir halkalarının sesi olduğunu.
Gerçek neydi bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var: Pedro Páramo’nun Comala’sında geçmiş kaybolmuyor, fısıldıyor. Zincir sesleri gibi, ölülerin mırıltıları da toprağın altında yaşamaya devam ediyor. Çünkü bazı trajediler unutulmaz, sadece yankıya dönüşür.
Adalarda geceleri yükselen zincir sesleri, insan ruhunun unutulmayan trajedilerinin çığlığıdır.
Ve işte Pedro Páramo’nun sayfalarında ilerlerken, o zincir sesleri zihnimde yeniden yankılanıyor.
Tıpkı Comala gibi...
Tıpkı Prens Adaları gibi...
Tıpkı unutmamamız gereken tüm hikâyeler gibi...
Meksika’nın Sessiz Tanığı: Juan Rulfo
1917’de Meksika’nın Jalisco eyaletinde doğan Juan Rulfo, Meksika Devrimi’nin yıkımını çocuk yaşta hissetti. Babasını ve amcasını devrimde kaybetti, yetim olarak büyüdü. Bu kayıplar, onun edebiyatına yalnızlık ve ölüm temasını kazıdı. Devlet arşivlerinde çalıştı, Meksika köylerini dolaştı, fotoğraflar çekti. Gördüğü sessiz, terk edilmiş kasabalar, onun anlatılarının zeminini oluşturdu.
İlk kitabı Ova Alev Alev (1953), kırsalın sefaletini öykülerle anlattı. Ama onu edebi bir efsane yapan Pedro Páramo (1955) oldu. Roman, hayaletlerle yaşayan bir kasaba olan Comala’yı anlatarak, Latin Amerika’da büyülü gerçekçiliğin öncüsü oldu.
Rulfo’nun dünyasında ölüm bir son değil, yankılanan bir sestir. Onun karakterleri, yaşayanlardan çok ölülerle konuşur.
Rulfo az yazdı ama Latin Amerika edebiyatının yönünü değiştirdi. Sessiz kasabaların, unutulmuş insanların hikâyesini anlattı. Ve Pedro Páramo, yalnızca bir roman değil, kaybolmuş ruhların zamansız çığlığı oldu.
Baba Arayışı ve Kaybolmuş Kökler
“Babam olduğu söylenen Pedro Páramo’yu bulmaya geldim. Beni buraya bir hayal getirdi.”
Romanın merkezindeki güçlü bir baba arayışı teması vardır. Homeros’un Odysseia destanında, Telemakhos’un kayıp babası Odysseus’u bulma çabası mitolojik bir tamamlanışa ulaşırken, Pedro Páramo’da Juan Preciado’nun hikâyesi tam tersi bir trajediye dönüşür.
Juan, annesinin tarafından yönlendirmesiyle, kendisine miras kalan haklarını almak ve babası Pedro Páramo’yu bulmak için Comala’ya gider. Ancak, yolculuğu onu bir baba figürüyle değil, ölümle çevrili bir kasabaya ve hayâl kırıklığının derinliklerine sürükler. Aradığı kişi, yalnızca kasabaya değil, onun geçmişini ve belleğini de tüketmiş bir hayalettir.
İnancın Çöküşü ve Kilisenin Gölgesi
“Peder Renteria cennete asla gidemeyeceğimi bana kesin bir dille söylediğinden beri gökyüzüne karşı tüm ilgimi yitirmiştim. Gitmeyi bırak, orayı uzaktan bile göremeyecekmişim... buna sebep işlediğim günahlardı, ama yaşamayı sürdürmek bile başlı başına büyük bir çaba gerektirirken, bunu bana söylememesi gerekiyordu...”
Juan Rulfo, romandaki ahlaki çöküşü Peder Renteria karakteri üzerinden anlatır. Kilise, halkın manevi rehberi olması gerekirken, yozlaşmış bir düzenin parçasına dönüşmüştür. Güçlünün yanında durup, yoksulu yalnız bırakan bir dini otorite...
Peder Renteria, yalnızca âhlaki çöküşün değil, toplumsal adaletin kaybolmasının da sembolü haline gelir. Kilisenin adaletsizliği kutsaması, halkın Tanrı’ya ve umuda olan inancını sarsar. Bu çöküş, Latin Amerika toplumlarının tarihsel belleğinde derin bir yara olarak kalmıştır.
Başkaldırının Dili: Büyülü Gerçekçilik
Büyülü gerçekçilik, Latin Amerika’nın ruhudur. Hem tarihsel acıların bir yansımasıdır hem de o acılara karşı yükselen bir direnişin sesi. Bu akımın temelinde sömürgecilik,göçler ve kimlik mücadelesi vardır. Yerli halkların köklü mitleri, Afrika’dan getirilen kölelerin ritüelleri ve Avrupa’dan göç edenlerin kültürleri iç içe geçerek karmaşık ama güçlü bir edebi dünya yaratmıştır. Kreolleşme, yani kültürel birleşme, Latin Amerika’nın kimlik arayışını da şekillendirmiştir. Bu melezlik, aynı zamanda geçmişin acılarının ve travmalarının yeni bir anlatı diliyle dönüştürülmesi anlamına gelir.
Büyülü Amazon ormanları, sömürgecilerin dize getiremediği nehirler, her kıvrımında bir isyan taşıyan dağlar ve unutulmayan sözcükler...
Büyülü Gerçekçilik, Latin Amerika’nın bitmeyen sömürgecilik yaralarına, zorunlu göçlerine, asimilasyon politikalarına, bir diktatörden diğer diktatöre geçen zalim yönetimlere, yoksulluğa ve halkları ezen efendiler karşı yükselen bir çığlıktır. Bir yanda çeşitli kültürlerin iç içe geçtiği ama asla gerçek bir demokrasiye ulaşamayan bir kıta, diğer yanda tarih, doğa ve halkın belleğini yok eden sistemler...
Pedro Páramo yalnızca bir roman değil, unutulmuşların sesi, göç yollarında kaybolanların fısıltısı, bastırılmış bir kıtanın haykırışı...
-------------------------------------------------------------
Fotoğraflar: Juan Rulfo