
Derya Yıldıran: Anlatının İzinde - Guatemala ile Dünyaya Yayılan Çığlık
MIGUEL ANGEL (1899-1974) - SAYIN BAŞKAN (1946)
Bazen bir yerde dururken, konuşurken ya da sadece yürürken, hiç kimseyi görmesen de biri seni izliyormuş gibi hissedersin. Belki gerçekten biri vardır, belki de yoktur. Ama içindeki ses sana hep aynı şeyi fısıldar dikkat et... Bu his nereden gelir, bilmiyorum. Belki çocukluktan beri duyduğumuz uyarılardan, belki fark etmeden öğrendiğimiz içgüdüden.
İnsan bazen kendi kendine bir cümleyi yarıda keser, bir düşünceyi zihninde tutar ya da en doğrusu susmak gibi gelir. Çünkü gözetlenme ihtimali bile bir bakış biçimidir.
İşte Sayın Başkan tam da böyle bir dünya kuruyor. Burada baskı yalnızca işkence odalarında değil, insanların bilinçlerinde de yaşanır. Diktatörlük yalnızca bir adamın zorbalığı değildir; halkın kendi korkusunu içselleştirmedir. Eduardo Galeano’nun dediği gibi, Asturias yalnızca bir roman yazmadı, Latin Amerika’nın en derin korkularını kelimelere döktür. O, baskının nasıl bir hafızaya dönüştüğünü anlatan bir yazar değil, susturulmak istenen, sürgüne gönderilen, yasaklanan bir direniş figürü. Sayın Başkan yalnızca bir diktatörün portresini çizmekle kalmaz, şu sorulara yanıt arar: Bir toplum korkuya nasıl alışır? Hukuk nasıl bir illüzyona dönüşür? İnsan, kendi sessizliğiyle nasıl cezalandırılır?
Ve en önemlisi, Asturias bu soruları sadece yazmamış, tüm baskıyı bizzat yaşamıştır.
Bir Romanın İçine Sığmayan Adam
Miguel Angel Asturias, 1899 yılında Guatemala’da doğdu. Babası bir yargıçtı ama hükümet karşıtı olduğu için görevden alındı. Çocukken tanık olduğu bu adaletsizlik, onun tüm edebiyat hayatını şekillendirecekti. Hukuk eğitimi aldı, ama gördüğü şeylerin yalnızca bir kâğıt üzerindeki adalet olduğunu fark etti. O gerçek adaletin peşindeydi.
Ama bu uğurda bedel ödedi. Sayın Başkan’ı yazdı, ancak romanı Guatemala’da yasaklandı. Hükümet için o artık bir tehditti. Sürgüne gönderildi, kitapları yasaklandı. Avrupa’da yaşadı, Paris’te yıllarca bir göçmen olarak kaldı. O, kelimeleriyle savaşan bir yazar değil, edebiyatı bir direniş biçimi olarak kullanan bir devrimciydi.
Ancak hiçbir diktatörlük bir gerçeği sonsuza kadar gizleyemezdi. Asturias 1967 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandı. Nobel komitesi onun için şu açıklamayı yaptı: “Latin Amerika’daki halkların yaşamını, baskı altındaki insanların haykırışlarını ve tarihsel miraslarını büyük bir güçle yansıttığı için.”
Ama onun için en büyük ödül, susturulmaya çalışılan halkların sesini duyurmasıydı. Sayın Başkan, sadece bir diktatörü değil, bütün bir sistemin çürümüşlüğünü anlatıyordu.
Bir Direniş Biçimi Olarak Büyülü Gerçekçilik
Latin Amerika edebiyatında büyülü gerçekçilik denildiğinde akla gelen ilk isim Gabriel Garcia Marquez olur. Ama Marquez ve Yüzyıllık Yalnızlık gelmeden önce, Asturias bu akımın temellerini attı. Marquez bir röportajında Asturias için şunu söyler: “Latin Amerika’nın edebiyatında büyülü gerçekçiliğin gerçek öncüsü Asturias’tır. O, rüya ile gerçeği, şiirle zulmü bir araya getiren ilk büyük ustadır.”
Peki Asturias büyülü gerçekçiliğe ne kattı? O büyülü gerçekçiliği yalnızca edebi bir teknik olarak değil, bir halkın bilinçdışını ortaya çıkarmak için kullandı. Yerli mitleriyle, halk efsaneleriyle, diktatörlük rejimlerini iç içe geçirerek gerçeküstü bir atmosfer yarattı. Ama onun büyülü gerçekliği Marquez’in nostaljik dünyasından farklıydı; sert, politik ve gerçekliği bıçak gibi kesen bir anlatıydı.
Bunu en iyi açıklayanlardan biri de Alejo Carpentier’di. Carpentier, Asturias’ın büyülü gerçekçiliğini bir bilinçdışı patlaması olarak tanımlamış ve şunları söylemişti: “Bu roman, Latin Amerika’daki iktidarın doğasını anlamak isteyen herkes için bir başyapıttır. Asturias, sadece bir hikâye anlatmıyor, Latin Amerika’nın da ruhunu yazıyor.”
Asturias bir röportajında şöyle der: “Küçük bir köyde yaşayan bir yerli ya da melez, kocaman bir kayanın bir insana ya da deve ya da bir bulutun bir taşa dönüştüğünü gördüğünü anlatabilir size. Bu söylediği elle tutulur bir gerçeklik değilse de doğaüstü güçleri nasıl kavradığını gösterir. O yüzden, buna edebi bir ad vermem gerekirse ‘büyülü gerçekçilik’ diyebilirim.”
Asturias bize şunu gösteriyor; Diktatörlük dediğin şey yalnızca bir adamın değildir, bir sistemin ve bir korku kültürünün ürünüdür. O başkan ortada görünmez ama herkes onu hisseder. Tıpkı doğa güçleri gibi, her yerde ama hiçbir yerdedir.
Michel Foucault’nun Hapishanenin Doğuşu eserinde bahsettiği Panoptikon kavramı tam olarak burada devreye girer. Panoptikon, mahkumların birbirini görmediği ancak sürekli gözlenme ihtimalini hissettiği bir hapishane modelidir. Gözetlendiğini bilmeyen ama her an gözetlenme ihtimaliyle yaşayan birey, sonunda kendini denetlemeye başlar.
Diktatörlüklerin en büyük başarısı da budur., fiziksel baskıya gerek kalmadan, bireyin kendisini kontrol etmesini sağlamak. Ve İşte Asturias’ın Sayın Başkan’ında tam da böyle işler. Fiziksel şiddete gerek kalmadan bireyin kendisini kontrol etmesini sağlar.
Talihsizliğe bakın ki; bu sistemin yüzünü açığa çıkaran yazar ile bu mekanizmanın çalışması için başkanın adamının adı, aynı ismi taşıyor.
Miguel Cara de Angel,
Güler yüzlü şeytan.
Miguel, diktatörlük sisteminin en acımasız çarklarından biridir. İnsanları hem büyüleyen hem de korkutan bir adamdır. Başkan’ın en sadık köpeği. Güzel ama çürümüş bir ruh. O yalnızca bir adam değil, bir mekanizmanın parçası. Kapıyı çaldığında, birinin hayatı biter. Sessiz bir fısıltıyla bir isim söyler ve biri kaybolur. Ama diktatörlüklerin en büyük yanılgısı ne biliyor musunuz? Sadakat, sonsuz bir sigorta değildir. Bugün başkan için korku salan adam, yarın başkanın korktuğu adama dönüşebilir.
Asturias’ın Sayın Başkanı ile George Orwell’in 1984 eserindeki Büyük Birader’i arasında çarpıcı bir parallelik var. Orwell’in 1984’ünde Büyük Birader fiziksel olarak var mıdır, yok mudur bilinmez. Onun gerçek olup olmadığı önemli değildir, çünkü insanlara gözlerini hep üzerlerinde hissederler. Bu his tehlikenin halidir: Gözetlendiğini bilmeyen ama her an izlenme ihtimaliyle yaşayan insan. Austiras’ın Sayın Başkan’ı da fiziksel olarak her zaman görünmez ama insanlar onun kurallarına göre yaşarlar. Onun adı anıldığında sesler kısılır, fısıltılar başlar. Orwell’in distopyasında insanlar, iktidarın onları izleyip izlemediğini bilmezler ama izlenme ihtimali bile yeterlidir. İnsan bir süre sonra, kendi gardiyanına dönüşür.
Bu yüzden Asturias’ın Sayın Başkan’ı, diktatörlüğü bir adamın değil, toplumun içselleştirdiği bir korku düzeni olarak ele alır. Marquez ise Sayın Başkan kitabından ilham alarak yazdığı Başkan Babamızın Sonbaharı’nda (1975) bu düzenin çürümesini anlatır. Asturias’ın başkanı halkın bilinçdışına kök salmış bir gölge iken, Marquez’in başkanı gücünün içinde yalnızlaşan, kendi yarattığı imparatorlukta çürüyen bir enkazdır. Marquez’in başkanı halktan kopmuş, kendi sarayında paranoya ve deliliğin pençesinde çürüyen bir ihtiyardır. Asturias’ın başkanı ise görünmez ama her yerde olan, insanların korkularına sızan bir figürdür. İkisi de diktatörlüğün farklı yüzlerini gösterir. Austiras bize korkunun nasıl bir halkı ele geçirdiğini anlatırken, Marquez iktidarın sahibini bile mahvettiğini gösterir. Biri toplumun baskıya boyun eğişini, diğeri diktatörün kendi içine çöküşünü anlatır.
Hukukun İllüzyonu ve Korku Düzeni
Asturias’ın gösterdiği en karanlık gerçeklerden biri, hukukun diktatörlükte nasıl bir illüzyona dönüştüğüdür. Hukuk, halkın korunması için değil, yöneticinin hoşuna gitmeyeni cezalandırmak için vardır.
“Beni tutuklamalarının nedeni... diye açıkladı kilise memuru: Yanlışlıkla işlediğim bir suç çalıştığım kilisenin kapısından kiliseye ilişkin bir ilanı kaldırayım derken yanlışlıkla Başkan’ın anasının doğum gününü bildiren ilanı kaldırmışım.”
Düşünsenize, bir kilise memuru yanlışlıkla başkanın annesinin doğum günü duyurusunu kaldırıyor. Ve başına gelenleri tahmin etmek zor değil. Suçluluk burada bir gerçeklik değil, bir keyfiyet meselesi. Önemli olan senin ne yaptığın değil, başkanın seni nasıl görmek istediği. Eğer başkan seni hain olarak görüyorsa sen bir hainsin. Eğer seni bir tehdit olarak görüyorsa sen bir tehditsin. Bir diktatörlükte mahkemeler, yasalar, yargıçlar yalnızca birer dekordur. Bugün masum olan yarın hain ilan edilebilir. Çünkü yasalar, gerçek suçluları bulmak için değil, halkı baskı altında tutmak için vardır. Yargıçlar emir alır, polisler itaat eder, savcılar suç uydurur ve halk sessizce olup biteni izler. Asturias, adaletin nasıl bir oyuna dönüştüğünü anlatırken, hukukun nasıl diktatörlerin fahişesi haline getirildiğini gösteriyor. Asturias’ın anlattığı dünya yalnıza 20. Yüzyıl Latin Amerika dünyasına ait değil. Bugün de birçok yerde hukukun, gerçek adaleti sağlamak yerine, iktidarı koruyan bir silaha dönebildiğini görebiliyoruz.
Gözetim, Telefonlar ve Modern Çağdaki Diktatörlükler
Romanı okurken beni en çok düşündüren yerlerden biri, Asturias’ın şu cümlesi oldu: “Telefonlar, hükümetlerin düşmanlarını tutuklatmak için icat edilmiştir.” Bu cümleyi ilk okuduğumda bir an duraksadım. Normalde haber alırsın, biriyle konuşursun, iletişim kurarsın. Diktatörlüklerde telefon, yalnızca bir araç değildir. Bir korku aracıdır. Bir emir geldiğinde çalışır, bir isim fısıldadığında infaz başlar. Düşünün, bir numara çevrildiğinde, bir kapı çalındığında bir hayatın yönü değişebilir. Bir sabah gazeteyi açtığınızda isminizin suçlular listesinde olduğunu görmek gibi. Asturias bunu bir korku mekanizmasına dönüştürerek gösteriyor. Telefon bir anda devletin gözüne dönüşüyor.
Bir an durup düşündüğümüzde, bugün sosyal medya, dijital izleme teknolojileri, yüz tanıma sistemleri, yapay zekâ destekli gözetim araçları... Tüm bunlar modern çağın “telefonları” değil mi? Asturias Sayın Başkan’ı yazarken 20. yüzyılın diktatörlerinden ilham aldı. Ama yalnızca bir dönemi değil, bütün otoriter rejimlerin anatomisini çıkarıyor. Bugün Sayın Başkan hala var mı? Evet. Ama onun yönetim biçimi değişti. Eskiden insanlar fiziksel olarak ortadan kaldırılırdı, şimdi dijital olarak susturuyorlar. Eskiden gazeteler yasaklanırdı şimdi haber akışları algoritmalarla kontrol ediliyor. Eskiden insanlar bir anda kaybolurdu, şimdi “etiket ile terörist ya da hain ilan ediliyorlar. Diktatörlük artık sokaklarda, tanklarla değil, ekranlarda yönlendirilen bilinçlerle kuruluyor.
Asturias bu romanı bir halkın diktatörlük karşısında nasıl bir hayalete dönüştüğünü göstermek için yazdı. Ama Guatemala’da bu çığlığı duymak istemediler. Romanı yasaklandı, kendisi sürgüne gönderildi, sesi kesilmeye çalışıldı. Ama tarih sessizliği kabul etmedi. Asturias’ın romanı sadece Guatemala’ya ait değil. O, bütün susturulmuş halkların çığlığıdır. Büyülü gerçekçiliğin öncülerinden biri olarak, Asturias, gerçek ile hayalin iç içe geçtiği bi anlatımla, susturulmak istenenlerin sesini duyurur.
İşte bu yüzden, bu roman Guatemala’dan dünyaya yayılan, baskıyla sindirilmiş, kendi sessizliğinde kaybolmuş ama unutulmaya direnen bir halkın çığlığıdır.