Derya Yıldıran: Anlatının İzinde - Bu Dünyanın Krallığı

“Köle, efendisinin hakkı olarak görülen bir varlıktır; insanlığını ve haklarını kaybetmiş, bir nesne haline gelmiştir.” Aristoteles, Politika

Haiti'den Dünyaya Yayılan Çığlık

Özgürlük... İnsanoğlunun en büyük yanılsamalarından biri mi, yoksa ulaşılmaz bir hakikat mi? Çocukken özgürlük, kuralların içinde kendimize açtığımız küçük alanlardı. Gençken ailemizin kararlarına direnmekti. Ama büyüdükçe özgürlüğün yalnızca fiziksel bir alan meselesi olmadığını anladım. İnsan, bazen kendi zihninde bile tutsak olabilir.

Özgür olduğumuzu düşünürüz. Seçimler yapar, hayatlarımızı inşa ederiz. Ama gerçekten özgür müyüz? Köleler de bir zamanlar seçim yaptıklarını sanmış olabilirler. Onlara belirli saatlerde çalışma hakkı, belirli günlerde izin, hatta bazen para bile verilmişti. Ama tüm bunlar onların köle olduğu gerçeğini değiştirmedi. Çünkü gerçek özgürlük, başkalarının sunduğu imkanlar içinde hareket etmek değil, o imkanları belirleme hakkına sahip olmaktır.

Bugün biz de özgür olduğumuzu sanıyoruz. Çalışma saatlerimizi seçiyoruz, tatile çıkıyoruz, tüketiyoruz. Ama tüm bu seçimler, aslında sistemin sunduğu alternatiflerden ibaret. Köle sahipleri, zaman zaman kölelerine ‘daha iyi koşullar’ vaat ederek onları boyunduruk altında tutardı. Bugün modern dünya da aynı taktiği kullanıyor: Daha fazla seçenek sunarak özgür olduğumuzu sanmamızı sağlıyor. Ama seçim hakkımız, yalnızca önceden belirlenmiş yollar arasında gidip gelmekten ibaret.

Bunları düşünmeye başladığımda, Alejo Carpentier’in Bu Dünyanın Krallığı ile tanıştım. O an, tarih ve büyü, sanki elimi tutarak beni derin bir okyanusa çekti. Her şey karmaşık bir şekilde birbirine geçmişti. Kitap, yalnızca tarihsel bir anlatı değil, aynı zamanda özgürlüğün ve köleliğin iç içe geçtiği bir bilinç sorgulamasıydı. Kölelik sadece zincirler ve prangalarla tanımlanamazdı. O zincirlerin sesi, bazen kulağınızda değil, ruhunuzda çalar. O ses, bir yankı gibi derinlere iner. Her çalınan zincir, içsel bir boşluğun yankısıdır. O zincirler, toplumsal köleliğin bedenin ötesine geçişidir. Ve bu yankı, Carpentier’in anlatısında büyüyle ve tarihsel gerçeklikle iç içe geçer.

Carpentier’in büyülü gerçekçiliği, okuru gerçekle hayal arasında bir sınırda tutar. Çünkü Karayipler’de doğa, tarih ve büyü birbirinden ayrılmaz. Kölelerin zincirleri kadar, onların inançları da gerçektir. Burada büyü, kaçış değil, direnişin kendisidir. Voodoo yalnızca ruhlarla konuşan bir ritüel değil, Haiti halkının tarih boyunca zincirlerini kırmak için kullandığı en büyük silahtır. Batı’nın korktuğu şey, yalnızca fiziksel isyan değil, ruhun asla teslim olmamasıydı.

Ancak Carpentier için büyülü gerçekçilik yalnızca bir anlatım tekniği değil, bir keşifti. 1928’de Fransa’ya gittiğinde, sürrealizm akımından etkilendi. André Breton ve Louis Aragon gibi isimlerle tanıştı ve onların sanat anlayışı, ona farklı bir bakış açısı kazandırdı. Ancak çok geçmeden fark etti ki, Latin Amerika’nın gerçekliği zaten Batı’nın aradığı büyünün ta kendisiydi. Avrupa’nın yapay fantezisi olan sürrealizm, Karayipler’de günlük hayatın doğal bir parçasıydı.

İşte bu yüzden, Latin Amerika’ya döndüğünde büyülü gerçekçiliği yalnızca bir kurgu tekniği olarak değil, bizzat bölgenin tarihini ve kültürel hafızasını anlatan bir yöntem olarak benimsedi. Bu yaklaşımıyla, Gabriel García Márquez, Mario Vargas Llosa ve Isabel Allende gibi “El Boom” döneminin yazarlarını derinden etkiledi. Latin Amerika edebiyatı, onun sayesinde tarihsel olayları yalnızca bir anlatı olarak değil, mistik ve büyülü bir çerçevede yeniden yorumlama cesareti buldu.

Ancak her devrimin bir bedeli vardır. Haiti, yalnızca kölelikten kurtulmadı; aynı zamanda Batı’nın korkulu rüyası haline geldi. Kölelerin efendilerini alt ettiği bir ülkenin varlığı, diğer koloniler için bir ilham kaynağı olabilirdi. Bu yüzden Batı dünyası, Haiti’yi siyasi ve ekonomik olarak izole etti. Özgürlüklerini kazandılar, ama bunun bedeli dünya tarafından cezalandırılıp, yalnız kalmak oldu.

Carpenier’in romanı, bu devrimi yalnızca tarihsel bir olay olarak anlatmaz. Onun için Haiti Devrimi, hem gerçek hem de büyülü bir olaydır. Karayipler’in tarihi, doğası ve kültürü zaten kendi içinde büyü ve mitlerle doludur. Olağanüstü olaylar, bu coğrafyada sıradan gerçekliğin bir parçasıdır. Batı’nın gözünde “ilkel” görünen Voodoo, burada sadece bir inanç değil, özgürlüğün kendisi haline gelir. Ve Carpentier’in üslubuyla, büyülü gerçekçilik tarihsel hakikatın derinliklerine iner. O, bu devrimi bir kölelik karşıtı destan olarak yeniden işlemek istemiştir.

“Gözlerden ırak bir evde —hep şüphelendiği şey— iğneler batırılmış ya da kalbinin olduğu yere bir bıçak saplı vaziyette kötü niyetle asılmış temsili bir kuklası olabilirdi.”

Bu söz, hem büyünün mistik etkilerini hem de kölelerin umutsuz bir çığlıkla kurtuluş arayışını ifade eder. Kitapta beni en çok etkileyen bir diğer unsur ise Voodoo’nun hikayeye kattığı o mistik hava oldu. Alejo Carpentier’in Voodoo’yu ele alışı, Karayipler’in özgün kültürel ve tarihsel bağlamından gelen bir derinlik taşır. Ancak diğer Latin Amerikalı yazarlar da kendi bölgelerindeki mistik inançları ve ritüelleri benzer bir büyülü gerçekçilik anlayışıyla  işleyip, halkın direniş sembolleriyle ilişkilendirilerek derin bir anlatı malzemesi olmuştur. Gabriel García Márquez ve Isabel Allende gibi yazarların eserlerinde, doğaüstü güçler ve halk inançları, toplumsal ve bireysel mücadelelerin bir yansıması olarak sıkça karşımıza çıkar. Bu, Latin Amerika’nın kültürel mirasının edebiyatta nasıl evrensel bir dile dönüştüğünü gösterir.

Pauline ve Soliman’ın ilişkisinde olduğu gibi, bu bağlamda aşk ve özgürlük arasındaki çatışma da öne çıkar. Pauline, Soliman’a duyduğu tutkuyla onu arzularken, aynı zamanda onun üzerindeki kontrolü pekiştirme isteğini duyuyordu. Soliman, özgürlüğünü arzularken, Pauline’ın aşkı onu derinden etkileyen bir başka zincire dönüştürüyordu. Bu aynı zamanda toplumsal yapılar içinde hapsolmuş bir aşkın metaforuydu.

Ancak Carpentier’in en sarsıcı sahnelerinden biri benim için, köpek saldırılarıdır. Bu saldırılar yalnızca kölelerin maruz kaldığı fiziksel acısını değil, insanlık dışı bir düzenin ruhlara işlediği derin yaraları da gösterir.  Okurken korkunun ne kadar kalıcı bir iz bırakabileceğini düşündüm. O köpekler yalnızca bedenlere saldırmıyor, korkunun ve boyun eğmenin simgesi olarak zihinlere de saldırıyordu. Sömürgeci düzen, kölelerin varlığını her yönüyle kontrol altına almak için yarattığı korkuyu sistematik bir mekanizması, haline getirdi. Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” dediği kavramı burada en çarpıcı haliyle karşımıza çıkıyor.  Köpekler, yalnızca bireysel zulmün değil, sistematik bir vahşetin parçasıydı. Köpekler, köle sahiplerinin zalimliğini sıradan bir kontrol mekanizmasına dönüştürerek sistemin işlemesini görünür kılıyor. Bu vahşet, insanlığın adalet ve vicdan gibi değerlerden ne kadar uzak olabileceğini hatırlatıyor.

Fanon’un dediği gibi, kolonyal şiddet yalnızca fiziksel bir baskı değil, ruhu esir alma yöntemiydi.

Ama o saldırıların arasında, kölelerin hayatta kalmaya çalışması, direnme çabası... Bu Nietzsche'nin insanın direniş ve mücadele gücünü onurlandıran fikriyle örtüşüyor. Çünkü ne kadar bastırılırsa bastırlısın, insanın içinde her zaman bir isyan kıvılcımı taşır.

O köpek saldırıları bana yalnızca kölelerin acısını değil, modern dünyanın görünmez zincirlerini de düşündürdü. Bugün belki köpekler yok, ama onların ruhu hala insanları susturuyor. Korkunun biçimi değişse de, insanlık için özgürlük hala bir mücadele. Ve bu mücadele, Carpentier’in anlattığı gibi bastırılan her şeyin küllerinden doğan isyan fısıltısıdır. O fısıltı, ne kadar susturulmaya çalışırsa çalışsın, yok edilemez.

Ve bugün? Kölelik geçmişte kalmış gibi görünüyor. Ama zincirler hala burada. Çocuk işçilerin küçücük ellerinde, fabrikaların karanlık köşelerinde, dijital çağın görünmez baskılarında… Modern dünya, köleliği daha “medeni” bir şekle büründürmeyi başardı, ama o zincirlerin soğukluğu hala hissediliyor.

“Tanrıların krallığında kazanılacak büyüklük yoktur. Çünkü orada her şey aşamalı bir düzendedir: Sınırsız bir varoluş, özveri, dinleme, zevk ve neşe vardır, işte bu nedenle, acı çekmekten ve çalışıp çabalamaktan bunalıp ezilmiş, felâketler ortasında bile sevebilen insanoğlu, yüceliğini ve yüksek değerini ancak bu dünyanın krallığında bulabilir.”

Carpentier’in Bu Dünyanın Krallığı, yalnızca Haiti’nin değil, yüzyıllardır ezilen, susturulan, varlığı inkâr edilen herkesin sesi.

Bu Haiti’den dünyaya yankılanan bir çığlık; susturulmuşların sesi, tarihin en derin yankısıdır.

Bu Dünyanın Krallığı’nda yankılanan özgürlük çığlıklarının ardından, bir sonraki yazımızda Pauline Bonaparte ve Soliman’ın tutku dolu ve karmaşık ilişkisine yakından bakacağız.

20/02/2025
409